Menâkıbnâmeler ve Tarih Çalışmalarında Kaynak Olarak Kullanımlarına Dair Bazı Mühim Notlar
Sufileri çalışan kişilerin mutlaka kullanması gereken kaynakların başında menakıbnamaler gelir. Ancak bunları kullanmak bir ustalık gerektirir. Herhangi bir olayın “tasavvuf kaynaklarının hemen hepsinde rastlanabilecek olan bir kerâmet” mi yoksa “tarihi bir vak’a” mı olduğunu belirtmeniz gerekir.
Ama mâlesef, kendisini bir “bir tarihçi” olarak tanıtmayı nasılsa başardığı halde bu kuralı bilmeyen bazı tarihçiler vardır. Burada konumuz Mevlânâ olduğu için burada, Menâkıbu’l-ârifîn’i, yeri geldiğinde tam bir tarihi belge, yeri geldiğinde bir esâtir/masal kitabı olarak görüp alay etmeye kalkan “pseudo/müddei/sahte” tarihçilere tenbihte bulunabilecek bazı hususlara dikkat çekmek istiyoruz.
Hz. Mevlânâ’nın hayatını araştıran kişilerin başvuracağı pek fazla tarih kaynağı yoktur. Bu tür bilgileri büyük oranda Mevlevîlikle ilgili herhangi bir konuyu çalışan hiçbir kimsenin müstağnî kalamayacağı, Sultân Veled’in İbtidânâme’si, Feridun bin Ahmed Sipehsâlâr’ın (v.690/1291[?]) Risâle’si ve Ahmed el-Eflâkî (v.761/1360)’nin Menâkıbu’l-Ârifîn’idir.
İbtidânâme, Mevlânâ ve hemdemleriyle ilgili bilgi veren en eski ve en doğru kaynaktır. Mevlevîliğe ait diğer eski kaynaklar olan Risâle-i Sipehsâlâr ve Menâkıbu’l-Ârifîn’inin de yazılı kaynağıdır. Hattâ Uzluk’a göre, Risâle-i Sipehsâlâr, İbtidânâme’nin başka şekle ve nesre çevrilmiş hâlidir. (Uzluk, 1941: 31). Ancak unutmamak gerekir ki İbtidânâme’de Risâle-i Sipehsâlâr ve Menâkıbu’l-Ârifîn’de olduğu gibi olağanüstü olaylar ve kerâmetlere yer verilmemiştir (Yazıcı, 1986: 32) Menâkıbnâmelerin târih kaynağı olarak kullanılıp kullanılamayacağı hususunda muhtelif görüşler olmasına rağmen genel görüş, bazı hususlar dikkate alınarak tahlîle tabi tutuldukları takdirde, zengin birer kültür târihi kaynağı olarak görülebilecekleri ve kendilerinden istifâde sağlanabileceğidir (Ocak, 1992: 65) Evliyâ menâkıbnâmeleri târih kaynağı olarak şüphe ile karşılanmakta ise de bunların asıl târihî kaynaklar ile mukāyeseleri netîcesinde, bir takım hurâfeler ve hârikulâle olaylar arasında gâyet mevsûk bilgiler verdikleri, hattâ târihî kaynaklarda zikredilmeyen devrin ictimâî ve iktisâdî hayâtına ait veriler sundukları da görülür (Ateş, 1943: 421-425). Konuyla ilgili Batı’da yapılan araştırmalar da bu hususu kabul etmiştirler. Nitekim Bashir, olayı olduğu gibi aktarmadan, “devrin özelliklerini” ve “neyi anlatmak istediğini” anlamaya çalışarak analiz edildiği zaman, bir masal ve kerâmetler yığını olmaktan çıkabileceklerini eserinde örnekleriyle işlemektedir (Bkz. Bashir, 2013: 1-25).
Risâle-i Sipehsâlâr, daha çocukluğunda Mevlânâ’ya karşı büyük sevgi duyan Mecdüddîn Ferîdûn b. Ahmed Sipehsâlâr tarafından yazılmıştır. Vefât târihi tâm olarak bilinemese de Sultân Veled’inkinden önce olduğu söylenebilir. Eserin önsözünde de belirttiği üzere, kırk yıl Mevlânâ’nın hizmetinde bulunmuş, onun vefâtından sonra dostlardan birisinin isteği üzerine üç bölümden ibâret bu eseri meydana getirmiştir. Ancak, eserde sözü edilen kimseler göz önüne alınırsa, yazarın eseri bitiremeden öldüğü ve son bölümün, oğlu veyâ başka birisi tarafından tamâmlandığı söylenebilir. Sultân Veled’e kadar olan kısımdaki hikâyelerin çoğunun, muhtevâsının hemen hemen dörtte üçünü ufak-tefek anlatım farklarıyla kullanan Menâkıbu’l-Ârifîn’de de bulunması bunun bir kanıtı olarak görülebilir (Yazıcı, 1986: 13). Gölpınarlı’ya göre, eserdeki Sultân Veled, oğlu Ulu Ârif Çelebi (v. 719/1319-20) ve onun yerine geçen kardeşi Şemseddîn Âbid Çelebi (v. 739/1338) ile diğer bazı halîfelerin hâl tercümeleri oğlu tarafından eklenmiştir ve bu sebeple zeylin/eklemenin, 739/1338 târihinden önce yazıldığı tahmin edilmektedir (Gölpınarlı, 1999: 32-33).
Eflâkî, Ahî Nâtur’un oğlu Bedreddîn Tebrîzî’nin talebesidir. Konya’ya geldiği yıl olan 690/1291’de Sultân Veled’i ziyâret etmiş, daha sonra onun sohbetlerine devâm etmiştir. Ulu Ârif Çelebi’ye bağlandığı için kendisine “Ârifî” denmiştir. Mezkûr eserini Ulu Ârif Çelebi’nin emriyle 718/1318 yılında bitirmiştir (Yazıcı, 1986: 9-11). Şahısları kronolojik olarak ele alır. Anlattığı olayların bir bölümü kendi müşâhedelerine dayanır; büyük bir bölümü ise derlemedir. Menâkıbul-Ârifîn’de, Sultânu’l-Ulemâ Bahâeddîn Veled (628/1231), Mevlânâ, Sultân Veled, Ferîdûn b. Ahmed Sipehsâlâr ve Şems-i Tebrîzî’nin (645/1247) eserlerinden kaynak olarak faydalanılmıştır. Meselâ, eserde geçen beyitlerin yüzde doksan beşinden fazlası Mesnevî’dendir (Yazıcı, 1986: 20-31). Sultân Veled’in eserleri olan İbtidânâme, Rebâbnâme, İntihânâme ve Maârif'ten doğrudan aldığı veyâ etkisinde kaldığı parçaların dökümü, Yazıcı tarafından yapılmış, bunlar arasında ençok Maârif'ten faydalanıldığı belirtilmiştir (Yazıcı, 1986: 20-25). Yalnız, Yazıcı’nın da vurguladığı gibi “şeyhini her şeyin üstünde tutan bir tarîkat mensûbunun”, şeyhi ve onun soyundan gelenler hakkında yazacağı şeylerin gerçeği olduğu gibi yansıtması beklenmemelidir (Yazıcı, 1986: 31-32). Menâkıbnâmelerin asıl gâyesi de zaten anlatılan şahısların övgüsüdür.
İbtidânâme, Risâle-i Sipehsâlâr ve Menâkıbu’l-Ârifîn’in asılları Farsça olmakla birlikte elimizde tercümeleri mevcuttur. İbtidânâme’nin Veled Çelebi İzbudak (1-7260. beyitler) ve F. Nafız Uzluk (7260-8222. beyitler) tarafından yapılmış onbir defterlik bir Türkçe tercümesi müsvedde hâlinde şu an Selçuk Üniversitesi Merkez Kütüphanesi’ndedir. Yayınlanmış tek tercümesi Abdulbâki Gölpınarlı tarafından yapılmıştır (Ankara, 1975 ve Konya, 2001).
Risâle-i Sipehsâlâr’nin bilinen üç tercümesi mevcuttur: Ahmed Avni Konuk’un (v.1938) Menâkıb-ı Hazret-i Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (İstanbul, 1331)’si, son dönem Mevlevîlerinden Midhat Bahârî Hüsâmî’nin (Beytur, v. 1970’ler) Tercüme-i Risâle-i Sipehsâlâr be Menâkıb-ı Hazret-i Hüdavendigâr (Der Sa‘âdet, 1331)’ı ve Tahsin Yazıcı’nın Mevlânâ ve Etrafındakiler. Risâle (İstanbul, 1977)’si. Menâkıbu’l-Ârifîn’in ilk tercümesi, bazı ilâvelerle Seyyid Nâsır Abdülbâkî (v. 1236/1821) tarafından yapılmış, ama yayınlanmamıştır (Süleymâniye, Nâfiz Paşa Kitapları, 1126). Başka tercümeleri, muhtasar ve manzûmu da vardır (Gölpınarlı 1953: 14-15). Yayınlanan ve ilim câmiasınca kullanılan tercümesi ise bu çalışmada da kendisinden faydalanılan Tahsin Yazıcı’ya ait olanıdır.
Burada önemle belirtelim ki İbtidânâme, bir menâkıb kitabı değil, “Mevlevîlik tarih” kitabı olarak kabul edilebilir. O, aşk ve coşkunluğunu saklamayı bilen ve Cüneyd-i Bağdâdî (v. 297/ 909) gibi sahv/uyanıklık halini tercih eden bir sûfiydi ve özellikle bu eserini erdeyse bir “Mevlevîlîk tarihi” olarak tutmayı başarmıştı. Bu, Mevlevîliğin devam ve bekāsı için gerekli enstrümanlardan birisiydi.Risâle-i Sipehsâlâr ve Menâkıbu’l-Ârifîn ise, menkibe kitaplarıdır ve dikkatli kullanılması gerekir. Burada, menâkbnâmelerle ilgili bazı mülâhazaları gözönünde tutmak gerekir. Gelin, Türkiye’deki akademisyenlerin konuyla ilgili görüşlerini de ele alan, bendenize ait bir makaleyi okuyalım, sonra daha spesifik bir tarzda Hz. Mevlâna konusuna dönelim.