Başımıza gelen ne varsa, ne örülmüşse başımıza renkli çorap olarak, ne yemiş de bozulmuşsa midemiz, ne içip şişmişse boğazımız nitekim kendimizin de bir mesuliyet alanı yok mudur? Tamamen sorumlu olmadığımızı söyleyebilecek miyiz? İslam Fıkhında dahi mükellef olma şartı taşımayanlar dışında her fiiliyatımızın dâhil olduğu bir alan olduğu düşünülürse “mesuliyet” alanımız da illa olmalı.
Neticenin vaki olması mukadderat olarak tecelli eder. Bunula birlikte olan biteni, başımıza geleni değerlendirirken “ben” olan bitenin ve sonucun bu şekilde tecelli etmesinin neresindeyim sorusunu evvel emirde kendimize yöneltmek zorundayız.
İnsan olarak çok zayıf yönümüz var. “Yok” demek bile acziyetimizin resmidir nitekim. Zafiyetlerimizin en bariz olanlarından biri oklara hep ayna oluşumuz sanırım. Fena ve olumsuz sonuçların sebebini hep başkasında arıyor oluşumuz, suçluyu göstermek için parmağımızı hep karşımızdakine çevirişimiz kendi mesuliyet alanımızı boş mu bırakacak?
Eskiler derse var bir hikmeti, iğneyi kendine batırarak başla çuvaldızla başkasına saldırmaya. Yaşanılan sürecin kimin eline iğne kimin eline çuvaldız aldığını görerek geçmiş olmalı değil mi?
Şimdi kendimden başlayarak iğneyi batırmak istesem çok acı çekeceğimiz gerçek… Yine de elimize alıp iğneyi şöyle bir dönüp baksak iç aynamıza.
İlk olarak her bir bireyin bulunduğu makam, mevki ve emaneti oranında bu işten mesul olduğunu, olan bitenin bir yerinde bir rolü olduğunu teslim etmek gerekiyor. Kimse kalkıp gitmesin, kimse benim zaten alakam yoktu demesin. Kimse haberim yoktu, beklemiyorduk ayağına yatmasın.
Bu malum yapıyla yolu herhangi bir yerde herhangi bir şekilde kesişmemiş olanı bulmak çok zor. Hiç yoksa bir eşiniz dostunuz, yakınınız, yeğeniniz, komşunuz bu tastan çorba içti. Direk karşı olanlar da vardı, uyuşturulmuş şekilde teslim olanlar da. Aklıselim olanlar yok muydu? Vardı elbette.
Karşı olan neden karşı olduğunu, taraf olan neden orada olduğunu ne akla, ne vicdana, ne bilgiye ne sosyal bilimlere ve ne de dine sordu. Sormadığımız gibi sorgulamadık, sorgulayanların sesi kısık çıktı, fikrimize delil yerine dedikodu ile destek aradık.
Taraf olalım derken holigan olmayı, karşı olalım derken yalın kılıç savaşmayı ne ara becerebildik? Öncelerimiz kendimize göre, ait hissettiğimiz gruba, yakın olduğumuz düşünüre göre şekillendi. Akla, ilme, hakikate göre mayalanmayı tercih etmedik. Bu halimizle kalemizde gördüğümüz her gol sonrası yan hakeme itiraz ettik lakin maç her defasında orta sahadan başladı.
Kandırılmış olmak büyük bir sonuç doğurdu. Zarar gördük, ufalandık, şaşırdık, hırpalandık. Yaşadığımız sarsıntı öyle böyle değil. Şimdi bu sonuçtan kim hangi faydayı sağlayacak? Olandan hayra bir yol bulacaksak iğneyi bir batıralım hele kendimize, çuvaldızın yeri hazır Paşam.