Aynı şeyleri söyleyip anlaşamadığımız ve aynı cümleler üzerinden kavgaya doyamadığımız zamanlar geçiriyoruz. Sözün tesiri bu kadar mı zayıfladı ve söz aramızdan çekilip gitmeyi ne zaman başardı?
Sözün gücü yoksa o gücü başkaları kullanıyor, güç ise çıldırtıyor insanları. Kontrol edemediğimiz gücün aslında bizi yiyip bitirdiğini idrak bile edemiyoruz.
Ne oldu da “söz” gücünü, tesirini kaybetti bu kadar? Oysa insanlığın sahip olduğu o en derin ve ihtişamlı marifet gün geldi bir savaşı nihayete erdirdi gün geldi insanlık tarihine yön verdi. Şimdilerde olan nedir; “bak beni hiç anlamıyorsun” tavırları, “hele bir dinle” serzenişleri “seninle konuşulmaz” sitemleri ve “dediğinden bir şey anlamıyorum” geçiştirmeleri…
Söz; söyleyeninden, söylenenden ve cümlelerinden güç ve tesir kazanır. Sözü söyleyen kişinin karakteri, kişiliği, hitabı, kendine inancı sözün tesirini arttırır. Sözün taşıdığı hakikat, anlaşılır olması ve samimiyeti kabul görmesini sağlar. Sözün ete kemiğe büründüğü, somut bir forma büründüğü kelimeler ise söze heybet verir.
İnancımız, tarihimiz, kültürümüz söz dair temel prensipler ve ölçütler taşır. Bu durum sözün ehemmiyetine binaen tesis edilmiştir. Taha Suresindeki “Yumuşak söyleyin” emri, Bakara suresindeki “güzel söyleyin” tavsiyesi söyleyene de söylenene de bir şekil vermiştir.
Şimdilerde söz, ne söyleyeninden ne söylenenden hoşnut değil Paşam. Kelimelerin ise başı döndü. Süslü ve debdebeli cümleler kuran az değil, büyük büyük laflar renkli levhalarda şehrin ve ekranların köşe başlarında arzı endam ediyor. Üç beş kelime ile kocaman cümleler kuruyoruz sosyal medyada ve ne çok beğeni alıyor. Her şey orada kalıyor işte, beğenilen yerde beğenildiği şekliyle kalıp gidiyor. Sonraya tesiri kalmıyor o sözün ve söz, söz olmaktan çıkıp gidiyor.
Çok konuşuyor insanlar, birbirleri ile kendileri ile dost meclisinde ya da bir kavganın orta yerinde. Derdini anlatma peşinde herkes ve aynı herkes “haklı ben olmalıyım” sevdası peşinde. Dinlemeler hep peşin hükümlü, karşımızdakinin ne dediğine bakmıyor, ona nasıl cevap veririm de alt ederim kaygısıyla kendi cümlelerimizi hazırlıyoruz.
Evet, hep hazır cümleler kuruyoruz, kalıba dökülmüş, “ fakatlı, pazarlıklı, peşin hükümlü” paketli cümleler var heybemizde. Her cümleye “tamam, seni anlıyorum” diye başlıyor “lakin” diyerek devam ediyoruz. Anlamış olmanın gerekleri zaten kaybolup gitmiş. “Doğru ve hakikat bizde ve söz bizde ulaşır hedefine” olan inancımız öyle yer etmiş ki sözün sadece söylenen ve söyleyen tarafında kalıp gidiyoruz. Oysa söz aynı zamanda dinlenen ve duyulandır.
Dinlediğimiz ve duyduğumuz söz, bir hakikat ve bir kıymet taşıyorsa söyleyen kadar bende de tesirini göstermeli. Anlaşabilmek aynı anı paylaşabilmek de demektir. O an, muhataplar değil “söz” hükmünü icra etmiştir. Biz sözü, anlaşabilmek için değil de yenip hezimete uğratmak için kullandığımız için konuşma bitiyor, belki bir karara varılmış oluyor ama anlaşabilmek mümkün olmuyor.
Söz, söyleyeninden muzdarip, söylenenden müşteki ve cümlelerin debdebesinden dertli… Daha boş sözden laf bile açamadık. Sözün namusu, söyleyenden de, söylenenden de sorulacak vesselam.