Önce, her iki kavramın neye karşılık geldiğini, kendi penceremizden aktarmaya çalışalım.
Sosyal devlet, insanı yaşat ki devlet yaşasın, düsturunun ete kemiğe bürünmüş halidir. Bu düstur, devlet adamlarımıza yapılmış en kıymetli tavsiye ve bir kutlu emanettir.
Liberalizm ise serbestlik adı altındaki güç kazanma mücadelesi neticesinde elde edilen hâkim otoriterlik, ben yaptım oldu'nun legal gibi görünen koruyucusudur.
Okullarda öğretilen sloganı da yazalım: Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler.
Ne kadar da masum bir duruş(!)...
Bu yazı, her iki kavramın da aynı mahallenin çocuğu olduğunu ifade etmek için mi kaleme alındı?
Hayır.
Aksine, bu iki çocuğun aynı yerde eğleşemeyeceğini ifade etmektir, meramımız.
Sosyal devlet, tebaası için güçlü olmak ve tebaasının ihtiyaçlarını karşılamak mecburiyetine karşılık gelir. Liberalizm ise bireysel güçlenmenin hiçbir engel ile karşılaşmaması anlayışını kendine temel yapar.
O zaman şöyle bir benzetme yapmak yanlış olmaz sanırım:
Devletin ihtiyaç karşılama mecburiyeti ile bireysel gücün istediği kararı alabilme serbestliği, aynı rayda birbiri ardınca yol alan iki katar değil, birbirlerine karşı yol alan iki katardır.
Bu iki katarın arasındaki mesafeyi, Milletin tahammül sınırı olarak görürsek, elbet bir gün tahammül bitecek, katarlar arasında mesafe kalmayacak ve büyük çarpışma gerçekleşecektir.
Bu çarpışma da nereden çıktı, diyenler için hatırlatalım: Sosyal devlet ile liberalizmin mukadder kavgasından çıktı, çıkacak.
Ülkemizde bunun işaretlerini yavaş yavaş görüyoruz. Serbest piyasa koşullarının, sosyal devleti tuş etmeye çalıştığını görmemek mümkün mü?
Mesnedi olan fiyat artışlarının dayanılmazlığı, mesnedi olmayan artışların tahammül sınırlarını zorlaması, sosyal devleti zor kullanmaya mecbur bırakacak, galiba.
Zor kullanmayı, liberalizmin büyüttüğü çocukların elinden oyuncaklarını almak olarak anlamayalım. Ya nasıl anlayalım?
Liberalizmin en temel görüntüsü olan serbest piyasa koşullarının koşu kulvarına, doping yapan devleti de dahil etmek olarak anlayalım.
Halkının yararı için zararı göze alan tüccar ile hangi liberal güç başa çıkabilir, hangi otorite rekabet edebilir?
İyi olur mu?
Geçmişteki örnekleri düşünürsek, elbette iyi olmaz.
Geçici bir rahatlama sağlar mı?
Evet, sağlar.
Devletin devamlılığına yakışır mı bu?
Elbette yakışmaz.
İki katarın çarpışmasını engellemenin, şu an başka bir yolu kalmamış gibi görünüyor. İki ayrı ray döşeyecek zaman da kalmadığına göre...
Diyeceğimiz o ki; sosyal devletin zor kullanmaya mecbur kalacağı sınıra yaklaşmak, liberalizmi de uçurumun kenarına koymak anlamına gelecektir.
Bu ahval içinde en büyük handikap, sosyal devlet olgusunun, halkı tembellik teklifi ile baş başa bırakmasıdır.
‘Nerede bu devlet’ lakırdısının kimlerin ağzından sitem sözlüğüne yazıldığını hepimiz biliyoruz.
Sosyal devlet olgusunun, siyaset arenasında propaganda malzemesi olarak kullanılması, bozulmuşluğa işaret eder ve bunu kullananların samimiyetsizliği paçalarından akar.
Sosyal devlet, halkına tembellik vaat eden devlet değil, devletin var olduğunu halkının en zayıfının zihninde her daim koruyan devlettir.
Halkı tembelleştiren bir sosyal devlet ile bireyi zenginleştiren liberalizm arasında tercih yapmak zorunda kalırsak, liberalizmin tercihine kimse şaşırmamalıdır.
Şunu da not olarak bırakmış olalım:
Eskiler demiş ki:
Mal, şeriatta şu senindir, şu benim.
Mal, tarikatta hem senindir hem benim.
Mal, hakikatte ne senindir ne benim…
Mal kazandıran liberalizmin sonu bir hiçlik, halkını tembelliğe alıştıran devletin sonu ise yokluğa talip olmaktır.
Dünyadaki bayramın birinci günü, gayretin takdir edildiği gün olmalıdır.
O gayret ki; sosyal devlet ile köreltilmemeli, liberalizm ile karartılmamalıdır.