Bahar tüm güzellikleriyle kendini gösteriyor. Diğer yandan mübarek üç ayların içinde bulunduğumuzun pek farkında değiliz. Ligde şampiyonluk ve kümede kalmak için acayip bir mücadele var. Dünya kupası yaklaşmakta… Biz ise çetin siyasi tartışmaların ortasında kendimizi heder etmeye devam ediyoruz.
Haftada bir gün yazı yazmanın en zor yanı yoğun gündem içerisinden bir konu seçmek olsa gerek. Ülke seçim atmosferine girdiğinden sanki illaki bu konuda bir şeyler yazmak gibi bir zorunluluk var. Herkesin yazdığı şeyleri yazıp klişeye düşsen bir dert. Farklı bir konuda yazsan bu seferde korktuğundan, işine gelmediğinden yazamıyor diyecekler. Tamam, siyaset yazalım da ortada ele alınır ne var? Bol bol dedikodu. Muhalefetin adayı ya da adayları yazıyı kaleme aldığımız sırada daha açıklanmamıştı. Belki bir süre daha açıklanmayacak. Olmayan adaylar üzerinden tahmin yürütüp kendimi yoramam. O işi Ankara’daki kulis yazarları ve yerel medyamızda kulis yazarcılığı oynayıp, “Benim haber kaynaklarımı, sahip olduğum bilgileri bir bilseniz, valisi, belediye başkanları, milletvekilleri alayı benden çekinir, yazımı okumadan hareket edemez” diyemese de beden diliyle poz kesen zevat yeterince yapıyor.
Muhalefetin acınası halinden bahsetmeye de gerek yok. Kılıçdaroğlu’nun bilmem kaçıncı kez sözünden çark etmesini mi, abidik, gubidik şeylerle işimiz olmaz diyen Akşener’in CHP’nin hediye ettiği milletvekillerini istemem, yan cebime koy hesabı nasıl kabul ettiğini mi yazalım? Yoksa milletten aldıkları oylarla vekil seçilen o 15 kişinin Kılıçdaroğlu’nun iradesine nasıl teslim olduklarını mı, iki gün sonra eğer kendilerine bir parti bulur da aday olurlarsa milletten hangi yüzle oy isteyeceklerini mi yazmalı… Saadet Partisi konusunda seçime kadar bir şey yazmaya gerek yok. Kılıçdaroğlu’yla ortak olup rahmetli Erbakan hocanın kemiklerini sızlatmaya anlaşılan kararlılar. Uğur Dündar’ı Erbakan hoca adına düzenledikleri törene davet etmeleri yeter de artar bile. Sözcü, Cumhuriyet gibi gazetelerde yapılan övgü dolu haberleri kesip utanç dosyalarına kaldırsınlar.
Siyasetçilerin gündemin rüzgârına göre tavır değiştirmeleri, dün ak dediklerine bugün kara demeleri doğru olmasa da siyaset mesleği açısından kabul görüyor. İşin kötü tarafı hiçbir menfaati olmamasına rağmen laf olsun torba dolsun diye siyasilerin gönüllü avukatlığına soyunan tiplerin hali. Medyada ve sokakta o kadar çoklar ki. İster iktidar ister muhalefet fark etmez her kesimde bol miktarda var. 2010’da yapılan referandum döneminde Devlet Bahçeli ile dalga geçen, püskevit lafından dolayı adeta karikatür bir tipe dönüştürenler bugün Bahçeli’nin bilgeliğinden, devlet adamlığından bahsediyor. Aynı şekilde 2014 cumhurbaşkanlığı seçimi döneminde Bahçeli’nin adayı İhsanoğlu’nu destekleyip, Bahçeli’nin çok yerinde bir aday bulduğunu söyleyenler bugün Bahçeli’yi yerin dibine sokmaya çalışıyorlar. Siyasileri bir yere kadar, ama gündelik hayatta bu kadar çabuk saf değiştiren insanlar gerçekten sıkıyor.
Abdullah Gül’ün iyice yalan rüzgârına dönen aday olup olmayacağı, olacaksa hangi partinin adayı olacağı tartışmaları da iyice kabak tadı verdi. Bu konuda yazılan yazıları artık kimse okumak istemiyor. Gül’ün hemşerimiz Ahmet Davutoğlu kadar açık sözlü olmasını beklememiz elbette hakkımız. Davutoğlu, yine kendisinden beklenen bir şekilde açıklamasını yapıp kimsenin oyununa gelmeyeceğini, ikilik çıkarmak yerine ağırlığında durup kenara çekileceğini söyledi. İlerde siyasetin hangi alanında yer alır bilinmez ama arkasından iyi bilirdik denilecek bir izlenim bıraktığı kesin.
Seçim sürecinde ve sonrasında kimi isimler ve partiler kullanılıp bir kenara atılacak. Bir kısmı daha adaylar belirlenirken elenirken bir kısmı ise seçimde figüran olarak kullanılıp siyaset çöplüğünün dibini boylayacak. Garip olan sonlarını bile bile insanların bu duruma teşne olmaları. Seçimin ardından kimlere iyi bayramlar denileceğini bekleyip göreceğiz…