Kim nasıl düşünüyor, yaşıyor, yazıyor umurumda değil demeyeceğim elbet. Hepimiz aile ortamından başlayarak, yetiştiğimiz çevre, aldığımız eğitim, dünyada durduğumuz yer ile düşünüyor, algılıyor, seviyor, söylüyoruz. Mevlana’nın söylediğini söylemek bizi Mevlana kılmıyor, gerçekte şunu diyoruz; sana katılıyor, senin gibi düşünüyorum. Okuyor, konuşuyor ve yazıyoruz. Müzik ve resim de var… Dağları delen Ferhat, çöle çıkan Mecnun zirvede duruyorlar. Sevdiğimiz insan için güzel giyinmek, güzel kokulara bulanmak var. Çiçek toplamak var. Bütün bunların yanında para, konum ve başarı kazanarak göze girme isteğimizi de yadsıyamayız. Bin insanız, binimiz de değişik seviyoruz. Hatta hepimize tek tek sorulsa en güzel seven de bizleriz. Kimse alınmasın. “Benim gibisini asla bulamaz…” türünden çıkarımlara asla katılmamışımdır. Bunun nedeni bu çıkarıma inanmıyor olmam da değil. Bu çıkarımın doğruluğunu zaman ispatlar; bizim, yaşadığımız anın öfke ve kızgınlığıyla söylediklerimiz değil. İnsan inatçı ve kof bir gururun sahibidir, bundan dolayı çıktığı yoldan geri dönmez. Amiyane tabirle tükürdüğünü yalamak istemez. Bizim, “benim gibisini bulamaz” ifademiz de bize züğürt tesellisi olarak kalır.
Bir insana; ben seni nasıl, niye ve ne çok seviyorum diye anlatmaya başladığımızda kaybetmeye de başlıyoruz. Sevgimizin ispatı sözlerimiz değildir. Mütebessim bir suskunluğun içinde sır saklayan insanların güzel sevdiklerine şahidim.
Şu uzun ömrümü heba etmiş hissi yaşıyorum. Yazdıklarımdan, yazacaklarımdan, kitaplarımdan, herşeyden vazgeçiyorum ancak üzerinden iki saat geçmiyor, küçük kâğıtlara not aldığım kitapların peşine düşüyorum. Alınacak ve okunacak kitaplar, aranacak dostlar, yapılacak işler. Saatlerce türkü dinleyebilirim fakat biliyorum ki türkü dinledikçe daha bir dibe çökeceğim. Boş vereceğim. Kahırlanacağım. Allah’ın vermediğine rıza göstermek gerek. Daha doğrusu; Allah’tan istemediğimiz için yarı yolda kalıyor, feveran ediyoruz. En baştan beri Rabbimizden istiyor ve razı oluyor olsaydık bunca umutsuz olmazdık. Rabbimizle aramız iyi değil!
Kırtasiyemiz çok, teferruatların içinde boğuluyoruz. Hayatımızı sadeleştirmemiz lazım. Kulağımız ezanda değil. Çok şey yapana kadar bir şeyi iyi ve tam yapsak. Bitirsek, diğerine başlasak.
Kırk yamalı bohça gibiyim, kırk tarakta bezim var.
İnsan kaderini çok zaman kendinin belirlediğine inanıyorum.
Vaktimi bereketli kılması için Rabbime çokça dua etmem lazım.
Allah’ım! Vaktimi bereketli, vaktimi değerli kıl.
Çok şey kaybettim Rabbim, vaktimi kaybetmeyeyim. Âmin!
Geçen haftadan bu yana, yaşadığım bir olayı, benzetme yoluyla anlatma isteğim ve sıraya koyamadığım cümleler: Hasan’la saat altıda buluşacaktık. “Seni muhakkak bekliyorum.” demişti. Evinin olduğu sokağa girdiğimde Hasan da evinin bahçesine girmek üzereydi. Bağırsam duyururdum, bağırmadım. Üç dakika sonra ben de, ışıkları yanmış, iki katlı evin, Hasan’ın evinin bahçesine girmiştim. Zili çaldım. Kapı açılmadı. Lavabodadır, duymamıştır, uygun değildir diye beş dakika sonra tekrar zile bastım. Kapı duvardı, açılmıyordu. Küçük adımlarla bahçede turlamaya başladım. Kötü bir hisle dolmaya başlamıştım ancak bu hisle başa çıkabilirdim. Çağıran Hasan’dı. On dakika sonra, son kez ve uzun uzun yeniden çaldım zili. Hasan içerdeydi, evin ışıkları yanmıştı ancak kapı açılmıyordu. Bahçenin ortasına geldim. Elime küçük bir taş aldım da cama atamadım. Öylece kalakaldım. Üzülmüştüm üzülmesine ya bunu merhametle yorumlamalıydım. Zilin sesini duymayan –duymak istemeyen- cama atılan taşı da duymazdı. Hem olur ki camı kırarsam, cam önemli değil gönlünü de kırmış olurdum. Taş elimde, usulca çıktım bahçeden. Bu taş şimdi masamın üzerinde, adını da “gönül kırmak” koydum.
Sonbahar. Mevsim yerde, gökte, ağaçlarda kendini gösteriyor. Hüznün ve meyvelerin bollaştığı zaman. Ne kadar da insana benziyor. Sonbahar. Mevsim çiçeklerde, çimenlerde, giysilerimizde kendini gösteriyor. Duygularımızın üzerine sis inmiş gibi. Hepimiz biraz mahzun, melül ve kendimizi bırakmışlık yaşıyoruz. Kâinat bize sesleniyor da kulağını kapatıp sağırı oynayan da bizleriz. Şu sararıp sararıp düşen yapraklardan biri de ben değil miyim? Hayatımıza benzemiyor mu, şu her gün bir başka renge bürünen ağaç? Ömrünü tamamlayıp toprağa düşen yapraklardan ne farkım var, ben de her an hayat ağacından düşmeyecek miyim? Nazım’ın şiirindeki gibi, yine de bir umut olarak baharı bekliyorum. Bahara ulaşırsam tazeleneceğim. Bütün bu süreçte benim yapabileceğim yegâne şey adil, merhametli olmak. Sevmek ve dua etmek. “Hayat veren ölüm, hayatı geri alan ölüm…” Öncesi ve sonrası hep ölüm. Yaşatan ve öldüren Rabbe şükürler olsun.
Kendime yeni ve daha korunaklı yalnızlıklar yapıyorum. Şarlatanlığın, hokkabazlığın, yalancılığın, gelip geçiciliğin revaçta olmasının da müspet katkısını inkâr edemem. Mutluluğumuzu pazarlıyoruz, hüznümüzü pazarlıyoruz. Bütün duygularımız, hislerimiz, yaptıklarımız ve yapamadıklarımız da pazarlanır durumda. Yeter ki daha çok insan bizi tanısın, bilsin, daha çok alkış alalım. Alkış. Alkış. Alkış. Bu alkışlayan ellerin bir gün sonra ellerini boru yaparak yuhalayabilecekleri de alkışlar kadar gerçek. Yeryüzünü parlak ışığıyla aydınlatan güneşin altında insan ruhunun bunca karanlık kalabilmesi de Allah’ın hikmeti olsa gerek. Bize yapılmıyor olsa dahi haksızlık, adaletsizlik, merhametsizlik canımızı yakmıyor; “ama” ile başlayan cümleler kuruyorsak cennet bize uzak. İlmimiz, gayretimiz, yorgunluğumuz bizi mutlu kılmıyor, dahası Rabbimize yaklaştırmıyorsa bunca gayretimiz boşuna değil midir? Okuma yazma bilmeyen bazı insanların teslimiyet içindeki yaşayışları ve kabullenilmiş mutluluklarının yanında okumayla, yazmayla, didinmeyle, dünyalık hırslarıyla gönlünü bozmuş insanların mutluluğunun da aynı olmadığını görüyorum.
Dağlım, gökyüzüm. Sesini duyunca kendime geliyorum. Sesini duyunca sanki bütün yürüyüşlere yeniden çıkabilir, yeniden okumaya ve yazmaya başlayabilirim. Sesini duydukça sana ve sevgiye olan inancım yenileniyor. Sesini duyunca yalnızca sesini duymuyorum. Seni seviyorum.
Allah esirgeyen ve bağışlayandır!