Tayin edilmiş ve mahdut bir vakte sahibiz ve kast ettiğimiz vaktin dünya saatiyle ölçüldüğüne inanıyoruz. Yapıp ettiklerimiz ve yapamadıklarımız da bu sınırlı vakitte olup bitecek. Sahip olduklarımız ya da sahip olduğumuzu sandıklarımız nihayet dünyaya ait, biz ancak geçici bir süre kullanım hakkını temlik ediyoruz. Sahi, mutlak manada bize ait olan nedir, salt bir gerçeklikle bizim olan bir şey var mıdır?
Farkındayım, paragrafı bitirirken sorduğumuz sual, belki tüm insanlık tarihinin netameli mevzularından biri. Felsefi bir münakaşa değil niyetim lakin gerçek manada sahip olamadıklarımız uğruna, giriştiğimiz savaşın ve çabanın hangi neticeye matuf olduğunu sorgulamak gerekir sanırım.
Dünya bir han, bir konaklama yeri, yolculuğumuzun ete kemiğe büründüğü yer… Ne diyor Gencebay; “Dünya handır han içinde, yaşar onu can içinde/Rüya gibi gelir geçer, insanoğlu gam içinde.” Nitekim “Dünya, iki kapılı bir handır” tespitini yapan da atamdır. Bu minvalde, gelip geçici olduğum ve bir ağaç altında eğleşmek kadar kalacağım bu dünyada sermayem nedir? Öyle ya, yoldur dedik, yolcuyuz dedik, biraz masraf biraz hazırlık icap edecek.
Yaşamak dediğimiz ve yolculuğun aslı olan bu süreç, hangi hal üzere bitecek? Mal mülk, makam mevki, para pul… Hiçbirini lüzumsuz saymıyor ve kerih görmüyorum. Tam tersine “insan” olarak hepsi benim uhdeme ve emanetime verilmiş nimetler olabilir. Tükenmesinden korktuğumuz şeyler mi bizi sevk ve idaresine aldı yoksa yüksek idealler ve ulvi niyetlerle mi hizmetime aldım onları?
İnsan olmaklığım, esasen dünyanın hizmetime verilmiş olduğunun da ispatı. Dünyanın verdiği imkân ve fırsatlarla yine aynı dünyayı değiştirip inşa ve imar ettim. Bunu yaparken amacım ve hedefim ne idi? Diğer yandan insan sadece etten ve kemikten yaratılmış değil, zihin ve ruh, akıl ve gönül, özü teşkil ediyor. Peki, dünya misafiri olarak benim asıl sermayem nedir?
Âşık Ferrahi “Candan başka yoktur elde sermayem” derken, Âşık Mahsuni “Sermayem derdimdir servetim ahım” diyor. Mal da yalan mülk de yalan, var biraz da sen oyalan atasözü de duruyor yanı başımızda. Bir “ben” var anlaşılan, sermayesi bizim olan. O zaman dön “ben” nedir bak, sermayen olur mu öte dünya için…
Yaşadığımız çağın, insanlık sermayesinden ne kadar nasiplendiğini ölçecek bir tartı aracı yok elimizde. Binaenaleyh karşılaştığım insanlarla kıyas edebiliyorum kimin sermayesi kaç okka kimin sermayesi batakta. Öz itibariyle “iyi” şubesinin bir ferdi insan… Peki, bunca bet, bunca nakıs ve kerih işler aynı insanın elinden sudur etmiyor mu? Hangi gönle şifa hangi gönle yük oldun, dert mi oldun, dertleşilen mi oldun? Başına gelen ne varsa “ben” sermayesine ne kattı yoksa senden alıp götürdü mü?
Ne diyor türküde; “Gelenler geçiyor sermaye kazan/bunca mahlûk gördüm şehrini gezen”. Can bir sermaye, dert de öyle… İyilik, sermayelerin en kârlı olanı; hem eksilmiyor hem harcadıkça çoğalıyor. Sermaye nasıl artar en iyi esnaf olan bilir, lakin bahsini ettiğimiz sermaye az bir çabayla çoğalıyor, iyi ol azizim, iyilerden ol…
Günümüz insanı hep “daha çok” emri ve tavsiyesi ile doluyor, hoş buna tavsiye denir mi o da muamma. Çünkü her “daha çok” başkasını harcamayı, başkasını kandırmayı gerekli kılıyor. Daha çok kazan, daha çok harca, daha çok çalış, daha çok ilerle ve dahası… Nihayetinde çok malumat, gürültü, çok kalabalık, çok çıkmaz sarıyor etrafımızı. Daha iyi ol, daha sakin ol, daha kanaatkâr ol, daha yardımsever ol… Yok, dahasını yazmaya sermayemiz yok. Bu nasihatler dilde sermaye kalmış olmasın.