“Kendini arıyorsan semaya çevir gözlerini” dedi adam. “Gözlerimi gökyüzüne ne sebep çevireyim” diye sormana hacet yok, ıslanacaksa kirpiklerin, yağmurla ıslansın ve gözyaşların yağmura saklansın.
Gökyüzü, yağmur bulutlarını sırtına yüklenmiş ve bir rahmetin haberini taşıyor edasıyla sükût ediyordu. Sahi, yağmura neden rahmet deriz biz? İhtişamıyla çepeçevre dünyamızı saran gökyüzü kendine sütun ve direkler yapılmış ulu dağları da içine alarak saklıyor bizi sonsuz uzay boşluğunun karasından. Gözlerini çevirip gökyüzünden başını önüne eğince daha çok hissetti o maviliğin koyuluğunu gönlünde. Yürüdü, sükût etti bulutlar gibi.
Hüzne mi alışık divane gönül, hüzün mü müptela maşukuna? Terkisine alıp suallerini yarım ekmek, bir tutam tuz olduğu halde azığında yürüdü ağır ağır. Takdire rıza gösterip “amenna” diyerek elini götürünce kalbinin üzerine, duyduğu acının cam kesiği gibi kanayıp parmaklarının arasından sızmasına nasıl bir mana yüklemeli kestiremedi.
Yağmurun bir diyeceği vardı elbet. O yüzden aldırış etmedi ıslanmış olmaya, bir tohumun filiz vermesini düşündü, toprağı yarıp çıkan bir fidanın can suyu gibi. Bir ağacın yaprağında bir gülün tomurcuğunda şebnem olabilmenin bahtiyarlığını tadabilen bir gönül eri gelip dursun diye karşısında, ıslanmayı göze almıştı çoktan.
Aradığını bulmak üzere çıktığı yolculuğun yağmurla sulanan bu patikasında karşılaştığı kim ise gözlerine baktı önce. Kimisiyle en çetinini verdi kavganın kimisiyle elini tuttu bir bebeğin. Kimisine göğsünü açtı kimisi yalnız bırakıp uzaklaştı. Dalıp gitmişken ve adımlarını özgür bırakmışken, şehrin geride kaldığını yağmur durunca fark etmişti. Onca soruyu derleyip toparlayıp koydu heybesine.
Yorgun düşmüştü lakin yorgunluğunun bir anlamı olmalıydı. Şehrine dönüp baktı, şehir mi atmıştı onu içinden o mu terk etmişti şehri bilmeden? Ve şimdi hangi şehir kabul eder onu tarihinden sual etmeden? Bocalayıp dururken kendi kendiyle bir çocuk gelip dikildi karşısına aniden. Gözlerine baktı çocuğun, masum ve saf, şikayetsiz ve hesapsız bir bakışın içinde kaybolmaktan kurtaramadı kendini. Yolun kenarına oturdular birlikte, aynı yöne belki aynı hislerle bakıp sükût halinde başladılar dertleşmeye.
Çocuk, yağmuru çok sevdiğini söyleyip gökkuşağından söz açtı, çünkü o çok sevdiği gökkuşağını ona getiren şey yağmurdan başkası değildi. Yağmurun peşinden koşup gelmişti buralara kadar gökkuşağını daha iyi göreyim diye. Ve nihayet işte beliriverdi gökkuşağı, çocuk sevindi, çocuklar gibi sevindi açtı kollarını uçup gitti. Dönüp arkasına “gökkuşağı beklemez yetişmezsen kaybolup gider, yetişelim” dedi.
Yarı yolda daha veda edemeden ve helallik dileyemeden çocuğun arkasında yapayalnız kaldı yolun kenarında. Ne çok yalnız kaldı ve bu sahne ne çok yaşandı, mecalsiz ayakları şahit buna, bir iç çekip hayıflandı. Eksildiğine mi yanmalı şimdi eksik bıraktığına mı?
Şehir bırakmaz ki onu gidip ulaşsın gökkuşağına, izin vermez ki bir başka buluta tutunsun ve yurt kursun o şehirde. Gökyüzünden çevirip gözlerini uzunca şehre baktı, bir hüzün asılı şehrin ışıklarında, dönüp arkasını çekip gidemiyor. Kendini ararken buraya kadar düşen yolun daha ötesine adım atmaya hali yetmiyor. Duasını alıp yüreğine tüm sualleri olduğu gibi bırakıp sükût ediyor, yürüyor…