Dünden devam…
Sufiler, Kur'ân-ı Kerim’deki: “Hiçbir şey yoktur ki O’nun hamdiyle zikretmesin; ancak siz onların zikrini anlamazsınız” (İsrâ 17/44) âyetinden aldıkları güçle, kâinatta suskun hiçbir şey olmadığına ve dolayısıyla her şeyin O’nu senâ ettiğine inanırlar. Allah gökler ve yeryüzüne: “isteyerek veya istemeyerek gelin, buyurdu onlar da isteyerek geldik, dediler” (Fussilet 41/11) âyetinin anlamı isteyerek gelenlerin, ibâdet ve tâatla O’nu ananlar, istemeyerek gelenlerinse ibâdet etmedikleri halde zâhir/görünüm ve varlıklarıyla onu zikreden, yâni insanı O’na götüren varlıklar olduğunu söylemek mümkündür.
Düşen yaprak, dağın tepesinden koparak yuvarlanan taş, aslında O’nu zikrederken korkusundan parçalanıp düşmektedir. Öyleyse kâinatta her şey sessiz, Arapça veya başka bir dilde olmayan ve harfsiz bir şekilde Allah’ı zikrederler. Onların zikrini erbâbu’l-kulûb/gönül sahipleri ve müşâhede ehli işitir. Çünkü yer ve gökteki her zerrenin, erbâbu’l-kulûbla “sır”larında yaptıkları sonsuz ve sınırsız münâcâtları vardır.
Sûfî müellifler, anlaşılması için bu münâcâtları harf ve sese çevirmeye çalışanlardır. Kalbi açık olanlar için kâinattaki her şey konuşur ve zikreder: Çekildikçe inleyen çıkrıktan döndükçe cızırtılar çıkaran gezegenlere kadar her şeyin çıkardığı bir ses vardır. İlahî yazıda cansızlar üzerine yazılmış yazıyı okumak için sefere çıkanın bedenî seferi çok sürmez. Kalbi zerrelerin her birinden yükselen nâmeleri işitebilmek için bir yerde kalır. Göklerin melekûtuna ulaştıktan sonra insan neden çöllerde dolaşsın ki? İşte bu “esfeli sâfilin/aşağıların aşağısından melekûtu’s-semevâta/göklerin yüceliklerine” yapılan bir yolculuğun sonucudur.
Semâ, kalbin ve sırrın, ilahî bir vâridle yerinden sökülüp, Hakk’ın huzûruna götürülmesidir. Bu sebeple, vuslata ermiş olanların semâya ihtiyacı yoktur ama henüz yolun başında olanların, ruhlarını yerinden zıplatacak ve harekete geçirecek bir sâike, yâni müziğe ihtiyaçları vardır.
Müziğin ruha nasıl bir neş’et verdiğini, onun deveden çocuğa kadar her canlıyı nasıl etkilediği ile ölçmek gerekir: Hoş sesiyle develeri hiç dinlenmeden üç gün boyunca yürütüp sonunda çatlatan deve sürücüsünden, çocuğunu müzikle uyutan anneye kadar herkes müziğin insan ruhuna tesirini bilir. Müzik, içki gibidir; insanı sarhoş eder. Müziğin, “lehv/eğlence” nev’inden kabul edilmesi halinde bile faydaları vardır. Meselâ kalbi rahatlatır, yeni bir neş’et verir. Anlayışı açar, vecde ve harekete getirir.
Dinleme insanın öğrenmesi açısından çok önemlidir. İslâm dininin aslı olan vahiy ancak dinlemeyle öğrenilebilir. Bu sebeple, işitme, görmeden önde gelir, denebilir ve semâın en makbulü Kur’ân’la yapılan semadır. Hattâ, Kur'ân’dan daha güzel söz olamayacağına göre, tek semâ aracı sayılmalıydı ama gelin görün ki insan tabiatının, devamlı okuduğu veya dinlediği, yâni kulak ve kalbinin alıştığı sözlerden ilk seferinde duyduğu söz kadar etkilenmeme gibi kötü bir husûsiyeti vardır. İlk vahiy geldiği zaman Peygamber Efendimiz (a. s.), Cebrâil’i görmeye takât getiremediği halde sonraları onu görmediği zaman içi sıkılırdı.
Ama her hal ü kârda vahiy geldiği zaman titrer ve terlerdi. Aynı şekilde mübtedî/başlangıçtaki sûfîler de müziğin etkisine dayanamayıp sallanırlar, titrerler; bu normaldir. Sûfîler, semâyla gelen hak vârid/etkiden dolayı sallanma ve fizikî değişmeyi normal karşılamışlar, ancak riya ve taklit yoluyla sallanma veya nara atmayı “çok çirkin” olarak nitelemişlerdir. Semâ sırasında yukarı doğru zıplama ve tekrar yere ayak basmalar, insanın ruh ve bedeni arasında gidiş gelişleridir. Aslında ruhun bir yarısı gökte, bir yarısı yerde, bedenle birliktedir. Bu sebeple de yerde mutsuzdur. İlahî bir ses duyduğu zaman sevinir coşar, sallanır ve zıplar. Bu sebepledir ki “semâ kalpte olmayanı sokmaz; orada olanı tahrik eder/harekete geçirir” denilir (Detaylar için bkz. H. Küçük, Ana Hatlarıyla Tasavvuf Tarihine Giriş, ss.163-170).
DEVAM EDECEK…