Tanışalım.
Ben senim, seninim.
Ben buralarım, ben bu şehirim, şehrinim. Uğruna savaşlar yapılan, adına şiirler yazılan, yok oluşuna ağıtlar yakılan…
Şimdi yakınan konumundayım; senin vurdumduymazlığından, duygusuzluğundan ve bencilliğinden.
Bu mekânlar bana ait olmasına rağmen, ben yokmuşum gibi davranmaya devam ediyorsun.
Benim fikrimin, benim zikrimin, benim duygumun ve benim vurgumun hiç kıymeti yok, bütün hesaplarında.
Bütün hesaplarını para üzerine yapmaktasın ve beni de yalnızca parasal bir değer olarak görmektesin. Bağrıma hançer gibi sapladığın binaların ruhumda bıraktığı yaralar, senin için cepler dolusu paralar mesabesinde. Acı…
Para, para, para…
Kıymetsizlik ölçüsü bu para, caddelerimi rant mekanlarına, bahçelerimi sefa imkanlarına, ıssız taraflarımı çığlık ortamlarına dönüştürdü.
Caddelerimde eskiden üç kattan fazla bir yapı görmek neredeyse imkânsız iken, şimdilerde insanlığı alçaltan gökdelenler kol geziyor sessiz sokaklarımda.
Eskiden elinde süpürgesi ile müstakil evinin değil içini, sokaklarını dahi temizleyen güzel insanların müstakil ama mütevâzı yapıları, şimdi mâzi oldu, mâziden bir anı oldu. Müstakillik, rant sahiplerinin elinde villalara evrildi ama benim gönlümün virâneye çevrildiğini gören yok, maalesef.
Merkezden uzak taraflarım taşra oldu, varoş oldu. İmkânı olan insanlar, varoşlarıma uğramaz oldu, oralarımı imkânsızlık mekânlarına çevirdiler.
Daha çok para, daha çok para, daha çok para…
Bu para hırsı; öğretmeni müteahhit, bakkalı yapsatçı, berberi emlakçı, manavı da gayrimenkulcü yaptı. Çok paranın câzibesine gelen bilumum esnaf, ellerinde hançer dört bir tarafımda arsa avcılığına başladı.
Boşuna darb-ı mesel olmadı ‘dünün mücahitleri günümüzde müteahhit oldu’ sözü. Bu söz birileri için ideallerinin kayboluşu, acımasız dünyaya boğun eğmeleri anlamına gelirken, şehir olarak benim acılarımı görmezden gelme anlamına geldiğini henüz anlayan olmadı.
Bir insanı ameliyat edecek olan, onun eğitimini almadan, pratiğini yapmadan yani doktor olmadan ameliyat yetkisi alamıyor, cerrah olamıyor. Her önüne gelene neşter verilmiyor.
İnsan için durum bu olmasına rağmen, gariptir ki, sen, kendinde bu yetkinin olup olmadığını sorgulamadan eline neşter yerine kepçeleri alıp kazıyorsun dört bir yanımı. Bin yıllardır yaşayan şehri yani beni, acımasızca yaralıyor, altımı kazıyorsun. Altımı oyarak üstüme çıkıyor, katları sayarak aslımı bozuyorsun.
Ben senim, seninim, demiştim ya.
Ey hırsına yenilen sen! Beni bozduğunu zannediyorsan, aldanıyorsun. Bağrıma sapladığın gökdelenlerine hayran hayran bakıyorsun ama göklere çıktıkça gökyüzünden uzaklaştığından haberin yok. Yerden yukarı çıktıkça alçalıyorsun; paranı çoğalttıkça azalıyorsun. Bitirdiğin her bina, bitişine işâret; anlayamıyorsun.
Ben bir şehirim ve ben de canlıyım. Ben de senin gibi ruh taşıyorum. Şiirlerin en güzelleri şehirler üzerine yazılanlar değil mi? Şiirlere ruh katan ben değil miyim o zaman? Peki, sen neden bu kadar ruhsuzsun ve beni de ruhsuzlaştırmaya, betondan ibâret bir virâneye çevirmeye çalışıyorsun?
Bakkalından, berberine, fakirinden zenginine neden herkes mühendislik taslar oldu. Eline taslağı alan, usta oldu. Ustalık taslayanlardan geçilmez oldu. Dört bir tarafımı tuvale dönüştürdüler ama tuvaletten öte bir eserleri olmadı.
Dün Mimar Sinanlar, Sedefkar Mehmet Ağalar beni nakış nakış dokur iken, en güzel köşelerime eşsiz dokunuşlar sergilerken, onların ölmez eserleri hala dipdiri ayakta dururken, senin yaptığın ucubeler sana mezar oluyor, neden anlamıyorsun?
Sana mezar olan ucubelerden bir Elif daha çıkamayacak, neden göremiyorsun?
Ey insan, ey beni anlayamayan sen! Bu gidişle bir gün toslayacaksın duvara ve toparlanamayacaksın.
En acısı da bu dört duvar mezarın olacak ama ölemeyeceksin.
Yüksek binalar kurmak için yüksek yerlerdeki tanıdıklarla girift ilişkilerin içine girmiştin ya, işte o ilişkiler de seni kurtaramayacak bu kıvranıştan.
Şehri, yani beni yönettiğini sanan kişi! Seni unuttuğumu zannetme! Senin de vebâlin büyük. Vebadan kaçar gibi kaçman gerekirken vebâlden, senin umurunda olmadı benim bozuluşum, aslımdan uzaklaştırılışım.
Aksine, elindeki yetkiyi, ulufe dağıtır gibi dağıttın yetkisizlere, yetersizlere. Bu ufuksuzluğun yeter zannettin, bir şehrin geleceğini imar etmeye ama eserin ortada.
Bak ve gör. Utanman yoksa tabi…
Bakıp da gördüğün mâmur bir şehir ise, sana sözüm yok ve anlaşılan senin tek derdin hisse. His sana uğramamış henüz ve histen hisselenmene de imkân yok anlaşılan.
Ey şehri yöneten kişi, ey belediye başkanı!
Bu hissizliğin bedelsiz kalacak sanıyorsan, sen de aldanıyorsun. O etkinlik senin, bu etkinlik benim, dolaşıyorsun ama etkin bir şehir planı ve benim üzerinde etkili dokunuşlar yapamazsan, emsal değer diye belirlediğin kat sayıları seni de sayısız acılara sürükleyecektir.
Etkinliklerdeki eğlencenden eser kalmayacak. Kim bilecek, kim duyacak, diyerek geçtiğin iltimaslar, iflasının habercisidir, unutma!
Kentleşme, diyerek çıktığın bu yolda, ucube binalar yolunu kesecek ve yolsuz kalacaksın. Gidecek yerin kalmayacak.
Daha söyleyecek sözüm çok ama sözümü dinleyecek sabrınız yok, bilirim.
Bilirim ve bildiririm ki, bu gidiş gidiş değil, dönün. Dönün ve benim de kötü kaderimi döndürün. Vakit çok geç olmadan…
Ey sen ve ey şehir yöneticisi!
İsterseniz, yeniden tanışalım.
Ben, sizim, sizinim. Beni kendinizden ayrı görürseniz, yakında görecek bir şehriniz olmayacak.
Bugün dün için üzülme vaktidir ama yarın için uyanma vaktidir. Haydi, beni de küllerimden uyandırın artık!
Üzmeyelim birbirimizi!