“Merhaba” diyemedi şehre. Bu şehirdi bir çocuk gibi girdiği yüreği barındıran. Sokaklarını, caddelerini hiç bilmediği bu şehre bu kadar tanıdık olduğunu ne ara fark etti? İklimini, toprağını, kokusunu, yağmurunu tanımadan bir şehirle yarenlik edilebilir mi?
Dili var, lisanı var şehirlerin. Konuşmayı, dertleşmeyi hemhal olmayı sever şehir. Çeşmeleriyle akar hayatın kalbine, meydanlarıyla şahit olur tarihe, caddeleri boyunca eşlik eder ekmek peşinde yürüyenlere. Eski bir camide ibadet eder huşuyla, çay demler bir çay ocağında geceden çalışanlara. İşte böyle tanıştı bu şehirle bu adam sıcak bir yaz sabahı.
Gün doğmamıştı şehre girerken. Şehir de uyur mu bunca ışık ve bunca gelip giden varken? Yürüdü, tanıdık bir sima, bildik bir dükkân bulamayacağı kesin. Karaltılar gelip geçiyor yanından. Buraya ait olmadığını kendinden başka herkes biliyor sanki. Ellerini ceplerine sokup, başını öne eğerek yürüdü, ne aradığını nereye gideceğini bilmeden. Ta ki o çay ocağının önüne gelinceye dek. İçeri girdi, eliyle ocaktaki adama “bir” işareti yaptı. Adam anladı, o işaretin bir bardak çay demek olduğunu ve bir bardak çayı getirip masaya koydu.
Yabancı hissetmeye görsün kendini insan, oraya ait olamamak endişesi yer bitirir kişiyi. Kaçıp kurtulmak ister ve bir yol arar kendine. Bu çay ocağına kendini yabancı hissetmiyor belki ama şehir ısrarla “buraya ait değilsin” diyor adama.
Çayı şekersiz içen adam iki şeker attı bu defa bardağa. Tat mıydı aradığı yoksa birkaç dakika daha oyalanmak mı? Camdan dışarıya baktı, tek tük gelip geçenler, rahat ve umursamadan yürüyorlardı. Köşede yarı uykulu gözlerle kasketini önüne indirmiş gür sakallı bir adam, duvarlarda gazetelerden kesilmiş artist, futbolcu posterleri, çay ocağından çıkan duman ve önlüğü belinde çaycı… Her şey yerli yerindeydi de bu adam buraya ait değildi sanki. Buna iğreti olmak denir mi? Yol buraya getirmişse ve bu şehirse tarihiyle, kaderiyle çağıran iğreti olmak denemez buna.
Adam çayını sessizce yudumladı, güneşi takip etti, kızıllık yalayıp geçiyordu binaları ve karanlık yenik düşüyordu aydınlığa. Sesler çoğalıyor, araba gürültüleri seyyar satıcıların bağrışına karışıyordu. İçine dönüktü adam, sessiz ve durgundu. Bir bardak çay daha geldi önüne, itiraz etmedi. Oysa çay istememişti. Yarım bıraktı çayı, kalktı ocağa doğru gidip bir miktar para bıraktı, adam para üstünü verdi, “siftah senden bereket Allah’tan” diyerek gülümsedi. Eyvallah dedi adam, dönüp çıkıp gitti. Bu kısacık cümle, içtiği bir ve yarım bardak çaydan daha çok ısıttı yüreğini.
Şehir yeni bir gün veriyordu mukimlerine ve o gün gelenine. Buraya ilk defa geldiğini bir şehir biliyordu bir kendisi ve sevdiği… Yürümeye başladı, memleketinden memleket kokan bir köşe işte diye geçirdi içinden. Lakin yabancı olmak ve sığınamamak duygusu bir türlü çekip gitmiyordu. Acıktığını fark etti, nerede ne yemeli, kime nasıl sormalı. Köşe başında küçük tablasıyla küçük bir kız çocuğu gördü. Önünde simitler, başında kırmızı şapkası ve incecik sesiyle bağırması… Yanına gitti “bir simit” dedi. Kız çocuğu “abi, kocaman adamsın yeter mi bir tanecik simit, vereyim sana şuradan iki tane” dedi. Adam gülümsedi, çocuk gülümsedi, “haydi bakalım öyle olsun” dedi. Kız çocuğu hızla gazeteden bir yaprak koparıp iki tane simidi sarıp verdi.
Şehir adamı alıştırıyordu kendine belki de. Mütebessim oturdu bir banka, karşısında büyük bir camii, şadırvanında oynaşan çocuklar, belediye işçileri ve yoğun bir deniz kokusu. Bu sahneyi ancak bu koku tamamlamalı dedi. Yanına bir çocuk oturdu, elinde boya sandığı, “iki fırça çekeyim, parlasın abi” dedi. İtiraz etmedi adam, ayaklarını uzattı, elindeki simidi uzattı. Yediler birlikte, çocuk işini bitirdi, kalkıp gitti. Adam seslendi parasını al diye, çocuk “ziyade olsun” dedi.
Şehir miydi ısınan adama adam mı alışmıştı şehre? Derin bir nefes çekti. Saatine baktı, vakit gelmişti. Sağa baktı, sola baktı. Sonra onu gördü. Devrile devrile yürüyerek kendine yaklaşan adımların sahibini ve gülen gözlerini. Ayağa kalktı, sevindi, gülümsedi. Şimdi ne yabancılık hissi ne ait olamamak, kalmadı hiç biri.