Açık düşünmek ve konuşmak dururken, sırtına münafık iffet sözcüklerinden eski püskü giysiler geçirerek aşkı gözlerden köşe bucak kaçırmanın, birbirimizi kandırmanın kime ne yararı vardır ki? Bir kadınla bir erkeğin gözleri arzu ile birleştiğinde, doğanın en etkili yasaları işlemeye başlar.
Kim ne derse desin, kimin gözüne de denli yüce ve kutsal görünürse görünsün, her tür aşkın kaynağının belirli bir kişi üzerine odaklanarak özelleşmiş cinsel içgüdü olduğunu dürüstçe kabul etmek gerekir. İnsana bireysel yaşamının devamı için, deyim yerindeyse, yemeye teşvik amacıyla bir rüşvet olarak verilen tat alma duyusu gibi, türün devamını sağlayan cinsel eyleme kışkırtmak için de sevişme ve orgazm gibi hazlar bağışlanmıştır. Baştan verilen bu cazip rüşvetler olmasaydı, insanların çoğu yetersiz beslenmeden ölür, kalanlar da sevişme isteği duymayacağı için insan soyu çoktan yok olur giderdi. Buradan, ilgili eylemleri küçük gördüğümüz sonucu çıkarılmasın. Dediğimiz gibi, onlar bireylerin yaşamını sürdürmesi ve dünyaya türün yeni üyelerini getirmesi için takdir edilmiş tanrısal teşviklerdir. Böylece biyolojik birer “ihtiyaç” olmaktan öteye giderek “arzu” ve “zevk” haline gelmişlerdir.
Her iki arzu ve ihtiyacın yeteri kadar doyurulmaması veya aç bırakılması, kişiyi gerip kasarak bir suç makinesine dönüştürebilecektir. Yukarıda tanımlamaya çalıştığımız şekliyle, özellikle aşk, insan davranışları üzerinde en sıkı ve sürekli kontrolü sağlayan itkidir. İnsanların giyinme, düşünme, duygulanma, okuma, araştırma, davranış ve meslek tercihlerinden mobil telefon markası ve saç stili seçimlerine kadar her kişisel karar üzerinde köklü bir biçimde yönlendirici etki yapan, dramada, sinemada, şiirde, edebiyatta, güzel sanatlarda, başta internet olmak üzere bütün elektronik ve dijital kitle iletişim araçlarında sürüp giden bütün etkileşim faaliyetlerinde hissedilebilir dozda baskın ve belirleyici rol oynayan cinsel dürtünün inanılmaz gücü, duygusal boyuttan yoksun olmadığı, bilakis romantik sevginin mutlak bir parçası olduğu gerçeğini de içermektedir. Salt mekanik bir aygıt olarak çalışıyor olsaydı, insan davranışları üzerinde bu kadar güçlü bir duygusal elektrik akımı sağlaması beklenemezdi. “Aşk” diye tabir ettikleri bu içgüdüsel elektrik akımının özellikle genç olanların düşüncelerinin yarısından fazlasını işgal ettiğini, hayatta hemen hemen bütün çırpınış ve çabalarının itici gücü olduğunu, mutluluğun yalnızca orada olduğuna inandırıp onlara ölümleri göze aldırarak hiç ummadıkları dönemeçlere savurduğunu, en ciddî devlet ve bilim adamlarının ajandalarına telefon numaralarını, mahrem mektupları ya da saç lülelerini sıkıştırabildiğini, uzun yılların ördüğü en değerli bağlılıkları koparıp attığını, parlak makamları, büyük servet ve şöhretleri terk ettirdiğini, insanların yerleşik karakterlerini alt üst ederek iyileri bir anda bir caniye, kötüleri bir meleğe dönüştürdüğünü görmezden gelebilir miyiz? İnsanı dehşete düşüren bu kudret nereden geliyor? Yalnızca bir kadınla bir erkeğin kavuşması uğrunda koparılan bunca gürültü, patırtı, kıyamet ve toz bulutları da neyin nesidir?! Sonuçta yalnızca iki cinsin birleşmesinden ibaret olan basit bir oyundan mı söz ediyoruz, yoksa yolunda gösterilebilecek her türlü fedakârlığı hak eden en büyük hedeften mi? Hiç şüphe yoktur ki, temelinde cinsellik, sonunda türün yeni üyelerini üretme olgusu yatan aşk, biyolojik varoluşun en azametli hedefidir. İki cinsin arzu dolu bakışlarının buluştuğu yerde, yeni bir varlığın yaşam ateşi tutuşur…
Birleşmek için bundan daha soylu bir neden bulunabilir mi? Yaşamın sürmesine hizmet eden bir duygunun insan doğasına uygunluğu nasıl tartışılamazsa, çiftlerin aşkın renkli ışıkları altında sarmaş dolaş olmasını engellemek de o kadar anlamsızdır. O halde bir kadınla bir erkeğin evlenmesine mani olma girişimleri neden bir Tanrı kararına dayansın? O halde iki cinsi birbirine doğru koşturan aşkı yaratmakla insanlarla alay mı etmiş oluyordu? Doğrusu, Tanrı’nın insana yaşama içgüdüsü ve onu ateşleyen aşkı bağışladıktan sonra yaptığı işten pişmanlık duymuş gibi geri dönüp evlenmemeyi bir fazilet olarak tavsiye ettiğini öne sürmek, son derece komik bir çelişkidir. Eğer birileri ruhbanlığı göklere dayandırıyorsa, Tanrı adına yalanlar uyduruyor demektir. Tanrı’nın onlar gibi düşünüp düşünmediğini test etme olanağımız olmadığına göre, en basit şekliyle doğamıza, aklımıza ve vicdanımıza danışmamız gerektiği çok açıktır. Tanrı, aynı zamanda insanın kalbindedir.