Birkaç gündür iyice kızışan genel seçim ve aday adayı tartışmaları bağlamında üzerinde durulması gereken bir boyut da seçim sistemi konusudur. Demokrasilerde kimlerin seçildiğinden daha önemli bir husus nasıl seçildikleridir. Zira seçilme yol ve yöntemi aynı zamanda kimlerin seçileceğini de belirlemekte.
Türkiye’de yürürlükteki seçim sistemi belli tartışmaları beraberinde getiriyor. 1961 Anayasası döneminden beri Belçika’dan aldığımız d’Hondt olarak isimlendirilen Nispi Temsil sistemini kullanıyoruz. ‘Siyasette istikrar’ kaygısı 1982 Anayasası döneminde % 10 ülke barajını getirildi. Sistem küçük partilerin parlamentoda temsiline onay verirken, ‘baraj’ bu temsili belli bir seviyeye yükseltiyor.
Sistemin mahsurlarını herkes biliyor. Birincisi küçük partilere temsil hakkı vermesi nedeniyle parlamentoda bölünmeye neden oluyor, koalisyonlara kapı aralıyor. İkincisi ve bence en önemlisi seçmen oy verdiği vekillerini tanımıyor. Tanıyamıyor.
Partiler önümüze bir liste sunuyor, bu listede yer alan şahısların bir kısmını tanıyor ve güveniyoruz; bir kısmını tanıyor ve güvenmiyoruz; bir kısmını tanımıyoruz ve dolayısıyla güvenip-güvenemeyeceğimizi bilemiyoruz.
Sandık başına gidince parti liderine, genel gidişata, ideolojimize ya da birilerinin tartışmalarına, yönlendirmelerine bakarak oy veriyoruz.
Böyle olunca da iyi olmuyor. Tanınmayan, bilinmeyen, tanınması da gerekmeyen milletvekilleri bir dahaki seçime kadar ‘kayboluyorlar’. Ya hiç ortalıkta görünmüyor ya da ıvır-zıvır mevzularda ‘göze batma’ iştiyakıyla medyaya ‘malzeme’ oluyorlar. Halka dayanan rejimlerde bu böyle olmamalı. Seçmen kime oy verdiğini bilmeli; hesabını sormalı; oyunun arkasında durmalı; aktif birey olmalıdır.
Çözüm?
Dar Bölge Çoğunluk sisteminden başka çaremiz yok. Yani ülke seçilecek milletvekili sayısı kadar seçim çevresine ayrılacak; her bir çevrede partiler sadece birer aday gösterecekler; seçmen de bildiği, tanıdığı, kendine güven veren adaya oyunu verecek. O seçim çevresinde en çok oyu alan seçilmiş olacak. Böylece bir taraftan yönetimde istikrar sağlanırken, diğer taraftan halkın bilerek ve isteyerek oy verdiği adaylar ‘vekil’ olacaklar.
Türkiye’nin meselesi tam da bu: Vekil ile müvekkil birbirini tanımıyor. Tanımak zorunda da değil.
Bu durumda vekiller seçmenin tercihlerinden ziyade gerçek seçicinin, parti liderlerinin ‘beklentilerini’ karşılama yolunu gidiyorlar.
Dar Bölge Çoğunluk Sistemi gelse ne olacak?
Birincisi, partiler seçmenin taleplerine uygun kişileri aday göstermek zorunda kalacaklar. Zira bir seçim çevresinden sadece bir kişi seçileceği için seçmen kime oy verdiğini bilebilir. Böylece; seçen ve seçilen arasında doğrudan bir iletişim köprüsü kurulmak zorunda kalırlar.
İkincisi, seçilen vekiller gelecek seçime kadar seçmenleri ile temas halinde olmak, seçmenin nabzını her daim tutmak zorunda kalırlar. Bu durumda ‘tuzluk’ olmaz. Kendi bireysel menfaatleri için siyaseti ve siyasi sistemi kullananlar siyasete giremezler.
Gerçek demokrasi, halkın söz sahibi olduğu rejim de bu. ‘Temsil ettiği kitlelerle iletişim kurup, seçim döneminde yaptığı vaatleri yerine getiren ve sürekli seçmenle temas halinde olmak zorunda kalan sistem’ ancak böyle olur.
Böylece parti teşkilatlarının esamisi okunur. Belli düzeyde yetki kullanabilirler. Adaylık sürecinde onlara da ‘sorulmak’ zorunda kalınır. Bunu seçmen bilir; bürokrasi tavrını ona göre belirler; vekiller farkında olur; parti yöneticileri duruma göre hareket eder. Dolayısıyla demokrasi ‘oyunu’ kuralına göre oynanır.
Şu anki durum ne parti yöneticilerini tatmin ediyor, ne de seçmeni. Memnun olan iki kesim var: Vekiller ve bürokrasi. Vekiller memnun çünkü sayıları yüz bini bulan seçmeni, kamuoyunu tatmin etmeye çalışıp, sürekli olarak onlardan talimat almaktansa, birkaç ‘karar vericiyi’ ikna etmek daha kolay.
Bürokrasi de halinden memnun zira onlar da karşılarında halk desteğine sahip olmayan, belli bir güven duygusu içinde hareket edemeyen, siyasi ikballeri parti elitlerinin iki dudağı arasında olan temsilcileri buluyorlar. Onlar da büyük patronla, parti lideri ile muhatap oluyorlar.
Önerilen sistemde halkın karşısına çıkmaya ‘yüzü’ olan şahıslar göreve talip olabilirler. Yoksa şaşalı adaylık süreci yaşayan, sahip olduğu para, pul ve unvanları kullanarak ‘tepeden’ inen adaylar değil. Muhalefet, mesela, Cumhurbaşkanlığı seçiminde sıkıntı yaşadı, partiler kendi adaylarıyla seçime giremediler.
Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmeye başlanmasıyla dar bölge çoğunluk sistemine geçiş bir zorunluluk haline geldi. Önceki dönemde halk ikinci planda idi. İlişkiler ve kararlar ‘aracılar’ vasıtasıyla yürütülmekteydi.
Halkla temas ilk kez Cumhurbaşkanı seçiminde gerçekleşti. Bir kişi aday oldu; seçildiğinde nasıl bir yönetim anlayışını tercih edeceğini beyan etti; plan ve programını ortaya koydu. Seçmen de kendisine en yakın hissettiği adayı tercih etti.
Önerdiğimiz sistem milletvekili seçimlerinde benzer bir durumu getiriyor. Seçmen, kim olduğunu, seçilirse nasıl hareket edeceğini, hangi politikalara ağırlık vereceğini önceden beyan eden bir adayı seçebilir.
Yeni Türkiye halka güvenmeyi ve her şeyin herkesin gözü önünde cereyan etmesini gerektirir.
Halka dayanan sistem tüm kurum ve kurallarıyla kurulmalıdır.
Türkiye bunları da tartışmalı…