Sezai Karakoç bir makalesine ‘’Savaş, tabiat çatışmalarının, insanlar arasına kaymış ve tarih içine uzamış bir biçimidir’’ diyerek başlar. Öyle ya, mademki varlık, Mutlak Hakim tarafından determine edilmiş, öyleyse hakikatin tecellisi için insanlar arasında da bir zıtlığın, bir çatışmanın olması kaçınılmazdı.
İslamın savaşa verdiği kutsallık, kendisini geniş zamanla tanımlayan cihad kavramına verdiği cevapta kendini bulur.
Hristiyanlığın koyduğu ‘’kılıçla kalkan, kılıçla helak olur’’ kaidesinin genelleştirilmesine itiraz eden Karakoç, bunun yalnız zalimler için geçerli olabileceğini ifadeyle , bu paradoksun sonucu olarak Hristiyanlığın teoride savaşı inkar ettiği tezine ulaşır. Teoriyi inkar ettiği için de’’ Hristiyanlığın bir savaş barikatı yoktur’’ Ona göre.
Yukarıda tırnağa aldığımız ifadeden , itidali tavsiye eden bir öz deyiş anlamı çıkarmak da mümkün. Yani ahlaksız da olsa teorik düşünceleri kullandıktan sonra savaş kararı vermenin uygun olacağı yönlü bir tavsiye gibi. Böyle bir mümkün de teoriyi zorunlu kılar. Barikata gelince, kullandığı her riyakarlık aslında bir savaş barikatıdır. Mesela şu anda ABD ve Arap ülkeleri arasındaki ilişki; ABD’nin arka planda savaş riski taşıyan (Gerçi Arap yöneticileriyle birlikte dünyayı yönettikleri için(!) fark etmez)ama dostluk gibi görünen makyavelist bir teorik ilişkidir.
Hristiyan savaşçının amacı dünyayı sömürmek midir? Evet. İslama duyduğu nefretten dolayı O’nu yok etme dinamikleri hala çalışıyor mu? Evet. Evet ama bu amaçlar için oryantalistlere devasa paralar harcadı ve onları sömürünün keşif kolu olarak kullandı. Tabiidir ki, onların ilgili makamlara sunduğu raporların da teorik çalışma olduğu hükmünü kabul ederseniz geçerlidir bizim düşüncemiz.
Nasıl felsefe yapmamak için felsefe yapmak zorunda kalıyorsak, teoriyi inkar eden de aslında yeni bir teori üretiyor demek istiyoruz.
İnsanı yorumlarken bile aklını eşya merkezinden duyumlara doğru kullanan filozoflar yetiştiren Hristiyanlığın yürekle bağlantısının kopuk olduğunu bildiğimiz halde, eşyaya tanrı gibi tapınan iradeden, buna simetrik bir teori çıkmayacağını düşünmek bize çok da anlamlı gelmiyor. Dahası, hep Masonik perdelemelerle çalışan Hristiyan dünyasının hazırladıkları savaş teorileri(planları) hakkında dikkat sahibi olmayan Müslüman yöneticilerin başarılı olamayacağını söylemek paradoks olarak değerlendirilemez..
Hristiyan savaşçı (baronlar demeliydim galiba) eşya hakimiyetinin bir ideal olamayacağını; olsa bile çok sınırlı olduğunu ölüm gerçekliği ile yüzleşme seanslarında mutlaka fark eder ve kısa süreli de olsa ‘’öyleyse neden hep olmasın’’ travmasıyla yaşar ve öyle de ölür. Başka seçeneği de yoktur zaten. Ondaki bu travmanın İslam savaşçısı üzerindeki hıncıyla bir sürüye dalan canavarın dramatik vahşeti aynı frekansa sahiptir.
İslam, savaşı istemez ama onu inkar da etmez. Vakarını ve onurunu koruyarak savaşın kalbine vurur ve onu İslamlaştırır. Zemzemin değişmediği halde girdiği bünyeyi değiştirdiği gibi. O’nun fedaileri için savaş, eşya hakimiyeti gibi bir esaretin aracı değil, şehitlik gibi yeniden diriliş sonrası vaadedilen cennetin muştusudur. Daha öz deyişle şehidin kanının bir çiçek buketi safiyeti ve sembolüyle can olarak Allah’a sunmanın adıdır savaş.
Tarihe gitmeye gerek yok. Afrin başlangıcında kendisine yöneltilen soruya, ‘’beklemesinler’’ ‘’hedef Kızılelma’’ cevabıyla arkada bıraktığı sevgilerin zarını yırtarak ‘’Mutlak Sevgiliye ‘’ canıyla göz kırpan ve yaptığı bu seçimle adını tarihe yazdıran yiğitlerin adıdır İslam savaşı.
Bu seçim aynı zamanda nefse meydan okuma savaşıdır. İnsanın iç dünyasında metamorfozlu akrep kıskaçları ,yılan tıslamaları, çakal ulumalarını bir kılıç darbesiyle biçer gibi cansızlaştırıp Allah’a yürüme kararının kolay olduğunu mu sanıyorsunuz? Çünkü İslamın; savaşı savaş için değil Allah için savaştır.
Şehit neden kefensiz ikram edilir toprağa? Hiç düşündünüz mü? Selamlar.