Başbakan Erdoğan’ın son günlerde AB’ye dönük eleştirilerini ve yine aynı döneme rastlayan Şangay İşbirliği Örgütü ile ilişkilerin geliştirilebileceği yönündeki söylemleri basın tarafından birbirine karıştırıldı. Burada bir kafa karışıklığından söz edebiliriz. AB ile Şangay İşbirliği Örgütü’nü bir birine karıştırmak bana göre bir cehalettir, en iyi ihtimalle ise eksik bilgidir.
AB, bir ekonomik entegrasyon medeniyeti olmakla birlikte kuruluş düşüncesinin arka planında Avrupa’da savaşı ortadan kaldırma düşüncesi yatmaktadır. Bununla birlikte demokratikleşme ve ekonomik refahın halka yayılması gibi hedefleri de içerisinde barındırır. Ancak Şangay böyle bir medeniyet planı ortaya koymaz. Salt bir ekonomik işbirliği örgütüdür. Geldiğimiz noktada AB’den daha çekici bir ekonomik işbirliği projesi olduğunu söyleyebilirim. Ama bu sadece ekonomik noktada böyledir. Bu çekici zenginleşmeyle birlikte gelir dağılımı noktasında ciddi sorunları var. Bu sorunlar Çin ve Rusya örneklerinden çıkarılabilir. Türkiye ekonomik gerekçelerle Şangay veya başka işbirliği örgütlerine elbette ki entegre olabilir fakat bu AB projesine bir alternatif değildir. Zaten AB Baş Müzakerecisi Egemen Bağış da yaptığı açıklamada “bu iki örgütle ilgili politikaların bir birinin alternatifi olmadığı”nı söylemiştir. Ama basın bu konuyu hala alternatif projelermişçesine vermeye devam etmekte. Bu da kamuoyunun bu şekilde oluşmasına sebep oluyor.
Batı tarihini okurken asla oryantalist bir özümseme ile hayran hayran okuyan birisi değilimdir. Ancak 1900’lü yılların ikinci yarısında oluşmaya başlayan ve bugüne kadar gelen Avrupa Birliği projesinin bir savaşsızlaşma ve demokratikleşme projesi olduğunu da inkâr edemem. Oksidentalistler gibi Batı’dan gelen her şeye “kötü” der ve itelersek AB uyum sürecinin ülkemize kattığı pek çok gelişmeyi ve demokratikleşmeyi inkâr etmiş oluruz.
Bugün Ak Parti’nin Türkiye Cumhuriyeti tarihinde en uzun süre ile iktidarda kalan parti olmasının arkasında da yine AB uyum süreci çerçevesinde gerçekleştirdiği demokratik adımlar olduğunu kabul etmeliyiz. Asker-sivil ilişkilerine getirdiği ayar yine pek çok hukuki garabeti ortadan kaldırmak noktasında oynadığı rol gibi pek çok örnek ile AB müzakere sürecinin Türkiye’ye katkılarını sayabiliriz. AB meselesinin tartışıldığı şu günlerde bunların unutulmaması gerektiğini düşünüyorum.
Şimdi Türkiye’nin AB itirazının sebebine gelelim. AB’nin Türkiye’nin üyeliği noktasında ciddi bir samimiyet sorunu olduğunu kabul etmeliyiz. Pek çok ülkenin pek çok faslı gereksiz yere kapatarak Türkiye’nin üyeliğini engelleme noktasına gittiğini kabul etmeliyiz. Başbakan Erdoğan’ın bu noktadaki eleştirilerine elbette ki hak vermeliyiz. Şunu da unutmamalıyız, Avrupa oluşum tarihinde anlatılan ilk şeylerden biridir Avrupalı kimliğinin ‘öteki’ olarak Müslüman ve Türk kimliklerini gördüğü. Buradan yola çıkacak olursak Türkiye’nin AB üyeliğinin çok kolay olmadığını söyleyebiliriz. Ama bu hiçbir zaman olamayacağı veya bir başka karşı çıkış olarak bize zaman kaybettirdiği/zarar verdiği şeklinde okunmamalıdır. Yukarıdaki paragrafta kısaca değinmeye çalıştığım demokratik dönüşüm noktasındaki katkılarını bir kazanç olarak görüp geçirilen süreyi bu şekilde değerlendirebiliriz.
AB-Türkiye ilişkilerinin Başbakan Erdoğan’ın şu son itirazlarından önceki evresini bu şekilde düşünüp gelecek için bir başka yol elbette ki belirlenebilir. Türkiye bu süreçte aldığı yol ile herhangi bir AB üyesi ülke kadar yol kat etti. Bundan sonrası için Türkiye’nin önüne koyulan itirazların siyasi ve bahsettiğim ‘öteki’ olma özelliğinden kaynaklı olduğunu açıkça söyleyebiliriz. Ancak bazı noktalarda AB ile fikir ayrılıklarının olduğu ve bu adımların Türkiye tarafından atılmadığını kabul etmeliyiz. AB’nin bazı politikalarının Türkiye’ye uygun olmadığı için Türkiye tarafından geciktirildiğini görüyorum. Özellikle Yerel Yönetimler Özerklik Şartı ve Gelir İdaresi’nin özerkleştirilmesi gibi konular Başbakan Erdoğan’ın ve hatta O’nun da ötesinde Tüm Türkiye kamuoyunun ciddi itirazlar ile karşıladığı politikalar. Dolayısıyla Türkiye’nin AB’ye üyeliği noktasında tıkanan bir AB ve Türkiye var.
Geldiğimiz noktada AB uyum sürecinin kestirilip atılmaması gerektiğini düşünüyorum. Zaten kestirilip atılacağını da zannetmiyorum. Yani Ak Parti Hükümeti’nin bu noktada AB ile ilişkilerin kesilmesi gibi bir yola gireceğini zannetmiyorum. Verilen tepkilerin “Türkiye’nin AB’ye önemini hatırlatması” şeklinde değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Buradaki eleştirim medyaya. AB ile Şangay’ı birbirinin alternatifi gibi görme cehaletinden medya vazgeçmeli. Ab’ye üye olmak veya olmamak noktasında ise benim fikrim; daha önemli olanın uyum sürecinin en iyi şekilde geçirilmesi ve AB uyum politikaları iteklemesinden faydalanılarak demokratik alt yapının sağlanmasıdır. Neticesinde üye olmak veya olmamanın bu birinci söylediğim kadar önemli olmadığını düşünüyorum.