Batı literatüründe şahsiyet kavramı karşılığında tiyatro oyuncularının oyun esnasında yüzlerine taktığı maske anlamına gelen persona sözcüğü kullanılır. Oyuncular konuşmalarını bu maske altında yaparlar. Her oyuncuyu birbirinden farklı kılan bu maske tarzıdır. Ama bu tarz, İslam’da kullanılan “şahsiyet” sözcüğünün ihtiva ettiği manayı ihtiva etmez. Birinde salt şekilcilik vardır, diğerinde ise oturmuş karakter vardır.
İslamî literatürde şahsiyet, kişiyi başkasından ayıran ve onu kendi yapan özellikler toplamı olarak tanımlanır. Kur’an’da iki yerde geçer. (Bkz. İbrahim 42; Enbiya 97). Bu âyetlerde “teşhasu” ve “şâhısa” kalıbında geçen kelimelerin ortak manası “belirmek”tir. Arapçada “şuhus” kökünden gelen şahsiyet; belirgin özellik, uzaktan görünmek ve kişilik demektir. İşte İslami şahsiyet dediğimiz zaman, toplum içinde hakiki yaşantı anlamında duruşu ve tavrıyla Müslümanlığı görünür kılan ve farklılaştıran kimse akla gelir.
İslam aleni bir dindir. Bilgi sisteminde gizli ve kapaklı bir bilgi yoktur. Kur’an ve hadisler sadece Müslümanlara değil, bütün insanlara açıktır. Hiçbir kimseye de özel bir bilgi verilmemiştir. Eğer özel bilgi İslamın parçası olsaydı bütün Müslümanlar için bağlayıcı olurdu ve ayrıca sorumluluk gerektireceği için bu bilginin de duyurulması gerekirdi. Ancak bulunulan toplumun yapısına göre davette stratejik öncelikler değiştirilebilir. Örneğin, Hz. Peygamber (a.s)’ın Yemen’e İslam davetçisi olarak gönderdiği Muaz b. Cebel’e insanlara önce beş vakit namazın farzlarını tebliğ et, bunu yerine getirdikleri taktirde sünnetleri de duyur demesi gibi.. Bunun adı İslami ilkeyi gizlemek değil, davette tedricilikte strateji izlemektir.
İslam’a göre örnek alınması gereken Müslüman şahsiyetlerin başında peygamberler gelir. Her konuda olduğu gibi Müslümanlığı hayatında ete-kemiğe büründüren Müslüman şahsiyeti örneklerinden birisi de Hz. Peygamber (a.s)’dır. O, bütün insanlık için üsve-i hasene/güzel model örneği gösterilmiştir. Mekke’de indirilen Müzemmil Suresinde geçen bir âyette O’na şöyle hitap edilir: “Putperestlerin söylediklerine sabret(diren, onlarla, tekrar görüşebilme kapısını açık bırakmak suretiyle) yanlarından güzellikle ayrıl.” (Müzzemmil 73/10). Bu âyette “onlardan hicret et” emri Mekke’den Medine’ye hicret değil, aynı toplum içinde birlikte yaşamak suretiyle, dava için söylenilenlere sabretmek, muhataplara bütün kapıları kapatmadan, kırıp dökmeden tekrar dönebilmek ümidiyle en güzel bir şekilde zihinsel bilinç düzeyinde ve yaşam biçimleriyle farklılaşmak emredilmektedir. Bu islami uygulamalardaki farklılaşma; itikattan ibadete, giyim-kuşamdan tesettüre, aileden komşuluk ilişkilerine, ticari uygulamalardan verilen söze, yemek kültüründen ev tefrişine varıncaya kadar peygamberin bütün hayatında görünür kılınacaktır. Böylece insanlar, cahiliye yaşantısıyla İslam yaşantısı arasındaki farkı görüp tercihte bulunacaklardır.
İslam’ın yayılış tarihiyle ilgili kitaplara baktığımız zaman İslam’ın uzak doğuya âlimler kanalıyla değil, Müslüman tüccarlar kanalıyla gittiği anlatılır. Belki bu Müslüman şahsiyetler İslam âlimleri kadar İslam bilgisine sahip değillerdi. Ancak onlar, İslam’ın kendilerine yüklediği ahlaki sorumlulukları birebir hayatlarında yaşıyorlardı. Muhatap oldukları müşteriler de bunların temiz hayatına gıpta ediyor ve böylece onların sahip olduğu inançlarını kolayca benimsiyorlardı. Unutmayalım ki, İslami şahsiyetler yapıyı kurar, bu yapı da İslami şahsiyetleri yetiştirir. Eğer bizler kadınıyla erkeğiyle, hangi meslek ve sanatı icra ediyorsak, bulunduğumuz mahalde Müslüman şahsiyeti örnekliğini sergileyebilirsek, mıknatısın demiri çektiği gibi, çevremizde arayış içerisinde bulunan insanların da bizim temsil ettiğimiz İslam’a teveccüh edeceklerini göreceğiz. Buradan şunu çıkarıyoruz. Şahsiyeti ancak, İslam dini inşa edebilir.
O halde yapılması gereken:
Müslüman toplumu inşa etmeden önce, öncü olacak olan şahsiyeti inşa etmeliyiz. Bu şahsiyet öncelikle ailede, okulda ve Müslüman muhitte inşa edilecektir. Bu adı geçen mekânlarda var mıyız? Varsak, bizim sözümüz nereye kadar geçerlidir? İslami şahsiyetin birinci öncülü, güçlü ve kesin bir imana sahip olmaktır, ikincisi de takvadır. Çünkü Müslüman şahsiyet, Yüce Allah’ın velisidir. Onun koruyucusu, yetiştiricisi ve dostu, O’dur. Veli ise; iman ve takva ile bütünleşmektir. Takva, hayatın tümünü A’dan Z’ye Allah adına yaşamaktır. Eğer İslam bedenlerde yaşanırsa, Yüce Allah onu beldelerde yaşatır.
İman ve takva bilinciyle yetişen Müslüman şahsiyet, güçlüklerle sınandığı, ateş çemberinden geçmek zorunda kaldığı anlarda yaşantısından taviz vermez, onurlu bir duruş sergiler, kimlik krizine asla girmez ve kıblesini yitirmez. Göz gözü görmeyen fırtınalar dindiği zaman dikili bir taş ya da ağacın tekrar görünür hale geldiği gibi, bütün bela ve imtihan fırtınaları dindiği zaman Müslüman şahsiyet de dimdik ayakta varlığını korur. Bu da her babayiğidin işi değildir.
Müslüman şahsiyet; sıradan, düz, silik, eğilip bükülen, menfaatine göre maske kullanan ve duyarsız bir kimse değil, tam aksine sözü dinlenen, başı dik, şahsiyetli ve farklı olan kimsedir. O, içinde yaşadığı toplumun ve İslam dünyasının sorunlarına karşı duyarsız, dertsiz, amaçsız, kişiliksiz ve ruhsuz değil, zamanın ruhunu iyi kavramış olarak gücü nispetinde sorumluluklarını hakkıyla yerine getiren bir dava eridir.
Özetle İslami şahsiyet, Müslüman kavramı içerisinden süzülmüş çıkmış, İslamı hayatında tavizsiz bir şekilde yaşayan, çevresine örnek olan, adanmışlık ruhuyla hareket eden, dava bilincine ve liyakatine sahip bir dava eredir. Bugün ümmet olarak böyle bir Müslüman şahsiyeti yetiştirmek hepimizin boynunun borcudur. Var olmak istiyorsak hiçbir Müslüman bu sorumluluğu yüklenmekten kaçamaz.