Konya Selçuk Üniversitesi rektörü Prof. Dr. Metin Aksoy'un işte dikkat çeken yazısı:
"2023 seçimlerini ve hatta bu seçimlerdeki politik duruşları yalnızca Türkiye özelinde değerlendirmek mümkün değildir. Zira seçimlerde öne çıkan iki politik eğilim aslında Türkiye'nin bu çağda küresel ilişkilerdeki özgül ağırlığını da belirleyecek mahiyettedir.
Rusya-Ukrayna Savaşı, ABD-Çin rekabetinin artması, enerji ve gıda krizinin derinleşmesi ve genel olarak uluslararası sistemdeki küresel durgunluk endişesi ile ifade edilebilinecek son iki yıllık süreçteki gelişmeler Türkiye'nin uluslararası sistemde var olan özgül ağırlığını daha da artırmıştır. Öyle ki, Türkiye'nin Rusya-Ukrayna savaşında arabuluculuk rolü ifa edebilecek yegâne ülke olması, Tahıl Koridoru Anlaşması'nın yapılmasında ortaya koyduğu çaba ile küresel gıda krizinin daha da kötüye gitmesini engellemesi ve Orta Doğu, Orta Asya, Kafkasya ve Doğu Akdeniz hidrokarbon kaynaklarının Avrupa'ya taşınmasında önemli bir transit ülke/geçiş merkezi konumunda bulunması Türkiye'nin jeopolitik, jeo-ekonomik ve jeo-stratejik önemini arttıran unsurlardır. Bu doğrultuda, Türkiye'de gerçekleşecek seçimlerin sonuçları küresel sermaye ve Batılı devletler için de kritik öneme haizdir. Dolayısıyla seçimleri Erdoğan'ın kazanmasının; üretim, istihdam ve ihracat odaklı ekonomi politikalarının daha da yerleşikleşmesi, yerli ve milli projelere kararlı bir şekilde devam edilmesi, dış politikada kırmızı çizgi olarak belirlenen hususlarda pazarlığa kapalı tutumun sürdürülmesi anlamına geleceğini düşünen küresel sermaye ve batılı ülkeler, muhalefet blokonun adayını açık veya örtülü şekilde desteklemektedirler.
'Temiz para bulmak'
Halihazırda muhalefet blokunun adayının küresel finansal düzenle barışık bir ekonomi politikası takip edeceğini ve dış politikada Batı ile her alanda iş birliğini oluşturulacağını ifade etmesi küresel sermaye ve Batılı ülkelerin Türkiye'den beklentileriyle örtüşmektedir. Bununla birlikte söz konusu adayın "temiz para bulmak için gidiyorum" şeklinde açıkladığı Londra gezisi, üreten bir Türkiye oluşturmaktan ziyade Batı'dan ve küresel finans kurumlarından destek almaya muhtaç bir ekonomi politikası oluşturma niyetinde olduğunu göstermiştir. Ayrıca muhalefet bloku içinde yer alan Ali Babacan'ın Ortak Politikalar Mutabakat Metni'ne yönelik "Avrupa bize aferin diyecek" güzellemesi yapması da küresel sermayeye yönelik bir mesaj niteliği taşımaktadır. Bu kapsamda ABD Başkanı Biden'ın Erdoğan'a yönelik hasmane tutumu ve muhalefete destek verdiğini belirtmesi; Türkiye'nin dış politikasına yönelik Batılı ülkelerin "Eurocentric" eleştirileri; ABD'li rating kuruluşu Fitch'in Türkiye ekonomisi için en iyi sonucun muhalefet adayının kazanması olduğunu açıklaması; Wells Fargo, Morgan Stanley, Standard Chartered gibi dünyaca ünlü bankaların Erdoğan'ın kazanması halinde TL'deki değer kaybının devam edeceği yönündeki tarafgir öngörüleri küresel sermaye ve Batılı ülkelerin muhalefet adayına verdiği desteğin ekonomi-politik zeminini göstermektedir.
Yerli-milli üretim versus küresel sermaye
Buna karşılık küresel sermayenin Erdoğan'a yönelik bakışı da ekonomi-politik temelli olarak muhalefet blokunun adayına bakışının tam tersi istikametindedir. Nitekim Türkiye'nin başta savunma sanayii olmak üzere çeşitli yerli ve milli projelerinin Batı medyasında yarattığı etki bunu doğrulamaktadır. Öyle ki CNBC, Türk savunma sanayii şirketlerinin son yıllarda yaptığı uluslararası anlaşmaların sayısının ve ürettikleri araç-gereçlere yönelik talebin arttığını, aynı zamanda Ar-Ge faaliyetlerine yönelik yatırımdaki kararlılığın dış politika için de kaldıraç etkisi gösterdiğini belirtmiştir. Dış basının milli savunma sanayii ve dış politika arasında kurduğu bu pozitif korelasyonun havacılık alanındaki karşılığı Bayraktar ve Anka gibi İHA ve SİHA'lar, Milli Muharip Uçak, Kızılelma, Hürjet, Hürkuş ve ATAK helikopteri; denizcilik alanındaki karşılığı TCG ANADOLU, firkateyn ve sahil güvenlik botu; karadaki karşılığı ise Altay tankı, Kaplan ve Pars gibi yerli-milli üretimlerdir. Tüm bunlara ek olarak yerli ve milli imkânlarla üretilen yüksek çözünürlüğe sahip ilk gözlem uydu İMECE, ilk yerli haberleşme uydusu olan TÜRKSAT 6A, ilk kısa menzilli balistik füze Tayfun, Türk savunma sanayisinin dış politikada kaldıraç etkisi gösteren payandalarıdır. Ayrıca ilk yerli ve milli sismik araştırma gemisi Oruç Reis Gemisi, ilk yerli ve milli araba TOGG ve akıllı mühimmatlar Türkiye'nin yerli-milli projelerinin uluslararası alanda daha da fazla etki göstereceğini ortaya koymaktadır.
Yerlilik oranı yüzde 80
Türkiye bahse konu olan projelerin gerçekleştirilmesinde yerli imkânlarla üretme, milli ürün yelpazesini çeşitlendirme ve dışa bağımlı olmayan sektörler inşa etme şeklinde belirtilebilecek "yerlilik", "millilik" ve "otonomi" ilkelerini benimsemiştir. Bu bağlamda Türkiye 2021 yılında 3,2 milyar dolar ihracat gerçekleştirirken, bu rakam 2022 yılında 4,3 milyar dolara ulaşmıştır. Türkiye'nin yaptığı ihracatta aralarında geleneksel olarak Batı'nın müşterisi konumunda olan Birleşik Arap Emirlikleri, Katar, Ruanda, Filipinler, Polonya, Hindistan, Burkina Faso ve Azerbaycan öne çıkmıştır. Ekonomik getirisiyle birlikte yerli ve milli projeler, Türkiye'nin askeri teknoloji alanında Batı'ya bağımlılığının azalmasını sağlamaktadır. Nitekim 2000'li yılların başında savunma sanayinin yerlilik oranı yaklaşık yüzde 20 iken, 2022 yılına gelindiğinde bu oran yüzde 80'e çıkmıştır. Bununla birlikte yerli ve milli projelerde gerçekleştirilen başarılar Türkiye'nin dış politikada etkinliğini ve ulusal çıkarını önceleyen politikalar icra etme kabiliyetini arttırmaktadır. Öyle ki, Orta Doğu, Kafkasya ve Afrika gibi bölgelerde Türkiye çatışmaların çözümünde ve arabuluculuk çalışmalarında normatif bir güç olarak hareket eden bir aktör konumuna yükselmiştir. Ayrıca yerli ve milli projeler Türkiye'nin terörle mücadelesinde önemli başarılara imza atmasına katkı sunmaktadır. Özellikle İHA ve SİHA'lar terör örgütlerinin lojistik faaliyetlerinin sekteye uğratılması ve örgüt elebaşlarının etkisiz hale getirilmesinde önemli bir araç haline gelmiştir. 15 Mart 2023 tarihinde Irak Kürt Bölgesel Yönetimi toprakları içerisinde terör örgütü elemanlarını taşıyan iki helikopterin düşmesinde görüldüğü üzere Türkiye'nin terörle mücadelede yerli ve milli projeleri kullanması, PKK'nın/PYD'nin Batılı devletlerce hava ekipmanlarıyla donatılmasına sebebiyet vermiştir.
Bu doğrultuda, yerli ve milli projeler temelinde Türk savunma sanayisinin gelişmesi, Türkiye'nin gücünün "küreselleşmesi" anlamına gelmektedir. Batı'ya bağımlılığın azalması ve sorgusuz sualsiz Batı endeksli politikalar yerine ulusal menfaatleri önceleyen dış politika küresel sermayeyi rahatsız etmiştir. Eski Pentagon çalışanı ABD'li Michael Rubin'in, Baykar'a ve diğer Türk firmalarına yaptırım uygulanması gerektiğini ifade etmesi küresel sermayenin yerli ve milli projelerden duyduğu rahatsızlığı ortaya koymaktadır. Bu koşullar altında küresel sermayenin umudu Erdoğan iktidarının sona ermesi ve yerli-milli projeleri karalama noktasına varan muhalefet bloku adayının seçimleri kazanması olmuştur. Öte taraftan TCG ANADOLU teslim töreninde Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Türkiye'nin nihai hedefinin tam bağımsız savunma sanayinin kurulması olduğunu belirterek savunma sanayi bütçesinin 75 milyar dolara yükseltildiğini açıklaması Erdoğan'ın yerli-milli projeler konusunda net tavrını sürdüreceğini göstermektedir. Buna mukabil CHP'li Sezgin Tanrıkulu'nun terörle mücadelede SİHA kullanımını "böyle yöntem olmaz" diyerek eleştirmesi; Kılıçdaroğlu'nun Togg için "milleti kandırıyorlar" ifadesini kullanması; Temel Karamollaoğlu'nun İHA ve SİHA'ların yerli olmadığını belirtmesi, Ali Babacan'ın "İHA ve SİHA'lara dokunacağız" açıklaması yapması muhalefetin yerli ve milli projelere karşı bakış açısını özetlemekle birlikte yalnızca sorumsuz ifadeler olarak değerlendirilemez. Zira bu ifadeler muhalefet bloku adayının kazanması için milli-yerli üretimden rahatsızlık duyan küresel sermayeye verilen bir mesaj niteliğini de taşımaktadır.
'Terör devleti' projesi
Küresel sermayenin yukarıda bahsedilen muhalefet tercihinin ekonomi-politik temelinin bir diğer sac ayağını Suriye krizi ve burada kurulması hedeflenen ancak Erdoğan'ın katı siyasi iradesinin sahaya yansımasıyla Türkiye tarafından şimdiye kadar engellenen terör devleti oluşturmaktadır. Dolayısıyla bu sac ayak görece orta ve uzun vadeli bir stratejik plana denk gelmektedir. Bilindiği üzere Arap Baharı'nın Suriye'ye ulaşması sonrasında ülkede iç savaş meydana gelmiş ve ortaya çıkan otorite boşluğundan faydalanan DEAŞ terör örgütü Suriye'nin büyük bir bölümünü ve Irak'ın bir kısmını ele geçirmiştir. Bahsi geçen terör örgütünü ortadan kaldırmak amacıyla kurulan uluslararası koalisyon, 2014 yılında DEAŞ'ın Kobani kuşatması sırasında PKK/PYD'ye destek vermiştir. Bu süreçten itibaren ABD, DEAŞ ile mücadele politikası çerçevesinde PKK/PYD'ye –daha sonra adı SDG olarak değiştirilecek- her yıl önemli bir oranda ekonomik ve askeri destek sağlamıştır. ABD'nin sağladığı ekonomik ve askeri destek sayesinde PKK/PYD, Suriye'de önemli petrol rezervlerinin bulunduğu bölgeleri ele geçirerek, Kuzey Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (KIBY) benzeri teşkilatlanma sürecine girmiştir.
'Yeni İsrail' hedefi
PKK/PYD ile ABD arasında kurulan vekâlet ilişkisinde hami aktör olan ABD, PKK/PYD'nin Suriye'nin kuzeyinde bir terör devleti kurmasını amaçlamaktadır. Nitekim ABD, doğudan batıya doğru Kuzey Irak ve Suriye sınırı boyunca "terör koridoru" olarak ifade edilen bölgede bağımsız bir "terör devleti" kurdurarak, Türkiye'nin Osmanlı bakiyesi olarak gördüğü Orta Doğu ile arasına sınır koymak/set çekmek ve Türkiye'nin güney sınırında devletleşmiş bir terör tehdidi oluşturmak niyetindedir. Bu yönüyle bakıldığında ortaya çıkacak terör devleti, Orta Doğu'da yeni bir İsrail'in kurulmasını ima etmektedir. Nitekim Suriye ve Irak'ın topraklarının gasp edilmesinin İran ve Türkiye gibi ülkelerde ikamet eden Kürt nüfus üzerinde ayrılıkçı fikirlerin yayılmasını teşvik etme potansiyeli nedeniyle bahsi geçen ülkeler ile olası terör devleti arasındaki ilişkilerin gergin bir durumda olacağı ileri sürülebilir. ABD'nin terör devleti kurma girişiminin bir diğer nedeni ise "terör koridoru" üzerinden enerji kaynaklarının Türkiye'yi dışlayarak Avrupa'ya transferinde yeni bir güzergâhın oluşturulma isteğidir. Bu istek Türkiye'nin enerji bağlamında transit ülke olma girişiminin sekteye uğratılması ve Avrupa'nın enerjide Rusya'ya bağımlılığının azaltılması amaçlarını içermektedir.
Suriye'de yeniden teşkilatlanma
Türkiye, sınır güvenliğinin sağlanması ve terör devletinin kurulmasının engellemesi amacıyla PKK/PYD'ye karşı sırasıyla Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı harekâtları düzenlemiştir. Bu operasyonlar sonucunda PKK/PYD'nin Akdeniz'e ulaşma çabaları sona ermiş, Türkiye'nin sınır güvenliği sağlanmış ve ABD'nin kurmak istediği terör devleti sekteye uğratılmıştır. ABD ve Batılı ülkeler söz konusu harekâtları karşı -kınamayı içeren- olumsuz bir tavır alırken, Almanya, İsveç ve Kanada gibi ülkeler Türk savunma sanayisine yaptırımlar uygulamıştır. Diğer taraftan Rusya ise PKK/PYD'nin güç kaybetmesi ve Batılı ülkelerin kendisine bağımlılığını azaltacak alternatif bir enerji koridorunun oluşturulmasının engellenmesi bağlamında Türkiye'nin operasyonlarını kısmen desteklemiştir. Nitekim alternatif enerji koridorunun önlenmesi Rusya'nın Ukrayna işgaline rağmen Suriye'de varlığına devam etmesinin temel nedenlerinden biridir. Benzer şekilde Türkiye, İran ve Rusya arasında gerçekleştirilen Soçi ve Astana görüşmeleri, Suriye'deki ABD varlığına yönelik bir tepki olarak okunabilir. Ayrıca Türkiye ve Suriye arasında normalleşmeye yönelik adımlar atılmasının ABD'nin PKK/PYD üzerinden Suriye'deki askeri varlığının ortadan kaldırma potansiyeline sahip olması nedeniyle Mart 2023'te ABD Genelkurmay Başkanı Mark Milley ve CENTCOM Komutanı General Michael Kurilla PKK/PYD'nin kontrolünde bulunduğu yerleri ziyaret etmiş ve bu ziyaretler ABD'nin Suriye'de yeniden teşkilatlanması şeklinde yorumlanmıştır.
Türkiye'nin PKK/PYD terör örgütüne karşı icra ettiği politikaya karşılık Batılı ülkeler ve küresel sermayenin tutumu olumsuz yöndedir. Bu çerçevede küresel sermaye ve Batılı ülkeler, 2023 seçimlerini PKK/PYD'ye yönelik yerleşik ve tavizsiz tutumu pazarlığa açık olmayan Erdoğan'ın kazanması yerine PKK/PYD'ye yönelik tutumu muğlak olan muhalefet bloku adayının kazanmasını istemektedir. Nitekim 2021 yılındaki meclisten geçen Suriye-Irak tezkeresine CHP'nin HDP ile birlikte ret oyu vermesi ve muhalefet adayının "YPG bize mi saldıracak?" beyanatı Suriye'nin kuzeyine yönelik mevcut politikanın olası bir iktidar değişiminde devam etmeyeceğini gösteren ipuçlarıdır. Öyle ki, PKK/PYD de 2023 seçimlerini Türkiye'nin terörle mücadele çabalarının azalacağı ve Suriye'nin kuzeyine yaptığı harekâtlardaki kazanımlarını kaybedeceği bir fırsat olarak görmektedir. PYD elebaşı terörist Salih Muslim'in Erdoğan iktidarının sona ermesinin Orta Doğu'daki dengeleri değiştireceğini, buna karşılık Erdoğan'ın iktidarda kalması durumunda Suriye'nin kuzeyinde güvenli bölgenin kurulması için harekât girişiminde bulunacaklarını açıklaması bu durumu gözler önüne sürmektedir. Bununla birlikte muhalefet bloku adayının kayyum uygulamasına son verileceği vaadi, PKK/PYD'nin Türkiye'nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesindeki varlığını arttırma hevesini kamçılamıştır. Nitekim HDP'li Sırrı Sakık'ın "yüz yıllık cumhuriyet geçmişiyle hesaplaşacağız" çıkışı, HDP ve PKK/PYD'nin seçimlerden beklentisini gözler önüne sermektedir. Son olarak muhalefet bloku adayını destekleyen HDP'nin seçim bildirgesinde sınır ötesi harekâtların durdurulması ve Türk askerinin Suriye ve Irak'tan çekilmesi gibi unsurların bulunması, muhalefet bloku adayının PKK/PYD ile mücadelenin olmadığı bir Suriye politikasını icra etme potansiyelini barındırmaktadır. Nitekim muhalefet bloku adayının Batı ile iş birliği temelindeki dış politika tahayyülü, ABD ile ilişkilerin "düzeltilmesi" amacıyla PKK/PYD'nin görmezden gelindiği ve Türkiye'nin terör devletinin kurulmasına müsaade ettiği bir ortam yaratabilir.
Tüm bu noktalardan hareketle 2023 seçimlerini ve hatta bu seçimlerdeki politik duruşları yalnızca Türkiye özelinde değerlendirmek mümkün değildir. Zira seçimlerde öne çıkan iki politik eğilim aslında Türkiye'nin bu çağda küresel ilişkilerdeki özgül ağırlığını da belirleyecek mahiyettedir. Bu çerçevede Türkiye'nin önündeki seçim ya Erdoğan'ın siyasi liderliğinde cisimleştiği şekliyle yerli-milli üretimin sürdürülmesi, milli savunma sanayi hamlesinin devamı, güneyde bir terör devletinin Türkiye'nin etkin gücüyle imkansızlaştırılması ya da muhalefet blokunun adayında artık bariz şekilde gözlemlendiği üzere Türkiye'nin küresel sermayeye muhtaç hale getirilmesi, milli savunma sanayiinin sekteye uğratılması ve güneyde bir terör devletine HDP'nin desteğinin sürekliliğini sağlamak için sessiz kalınmasının seçimidir. Öz bir şekilde vurgulamak gerekirse Türkiye'nin önündeki seçim ya bu yüzyıla damgasını vuracak şekilde Türkiye yüzyılı ya da Türkiye'nin küresel ilişkilerin periferi bir ülkesi olmaya mahkum edilmesidir."