Geçtiğimiz 17 Ekim 2021 Pazar gecesi, Rabü’l Evvel ayının 12’nci gecesi ve Rasûlullah’ın, doğumuyla dünyayı şereflendirdiği geceydi. Yani Efendimizin (sav) doğumunun sene-i devriyesi idi. Bu vesileyle “Mevlid-i Nebi” haftası olarak kabul edilen bu haftada Rasûlullah (sav), “vefa” yönüyle tanıtılacaktır. Bu yıl Diyanet’in seçtiği tema “Rasûlullah’ın vefası”dır.
Bu konuya geçmeden önce, Rasûlullah’ı bir bütün olarak tanımlayıp ondan sonra “vefa” yönüne ağırlık verelim: Rasûlüllah (s.a.v), Ahzab suresi 21. ayeti gereği model insandır. “Yüce bir ahlak üzere”dir. (68Kalem:4). Kur’an’ın ete-kemiğe bürünmüş şeklidir. Yürüyen Kur’an’dır. “Ey örtünüp bürünen, kalk ve uyar” (74Müddessir:1-2) emrini aldıktan sonra topluma açılmıştır. Kemikleşmiş şirk dinine inanan Mekke aristokratları ve onların taraftarlarından şiddetli tepki görmüştür. Bu şiddet ortamında şartlara teslim olmayan Rasûlullah, Erkam (r.a)’ın evini, insan yetiştiren bir atölyeye çevirmiştir.
Hicretten sonra, Medineli Müslümanlar, Yahudiler ve müşrik Arapların ortak onayı ile tarihte ilk defa olarak yazılı anayasa yapıp, ilk nüfus sayımını gerçekleştirmiş ve sınırları belirleyerek Medine site devletini kurmuştur. Bu devletin önce yüreklerde yerini alması için Mekkeli Muhacir ile Medineli Ensar’ı kardeş ilan etmiştir. Ensar, bütün mal varlığını Mekke’de bırakarak “Dâvâ göçü”yle Medine’ye gelen Muhacir kardeşleriyle malını yarı yarıya paylaşmıştı. Böylece önce yürek devleti kurulmuştu.
O, bir tevazu örneğidir. Yanında heyecanlanıp sesi titreyenlere “Ben, kral değilim. Mekke’de kuru et yiyen bir kadının oğluyum” diyerek “rahat olun, heyecanlanmayın, ben de sizin gibi bir insanım” (İbn-i Mace, Et’ıme, 30) mesajı veren hak ve halk adamıydı. O, gece âbid, gündüz mücahiddi. O, hem Allah’a karşı kulluk görevini hakkıyla yapan, hem de topluma karşı görevini yerine getiren bir peygamberdi. O, hem barış, hem rahmet, hem de kılıç peygamberiydi. Ama rahmeti, kılıcına galipti. ‘Savaşı arzulamayın, Allah’tan afiyet dileyin, karşılaşacak olursanız direnin, bilin ki cennet kılıçların gölgesindedir.’ (Buhari,Cihad,156; Müslim,Cihad,20) diyerek, savaşı bir gaye değil de, başka bir seçenek kalmadığında, başvurulan en son çare olarak gören bir peygamberdi.
Devlet idaresi için çeşitli kademelere görevli tayininde ehliyet ve liyakat esasına riayet eder; layık olan kişileri çok genç olsalar da -soylu ailelerden olmasalar bile- görevlendirirdi. Hak olan hususlarda kendisine ve görevlilerine itaat edilmesini ister; ancak “Allah’a isyan olan yerde kula itaat yoktur”(Buhârî, Âhâd 1; Müslim, İmâre 39-40) buyurarak, hakka ve hakikate uymayan konularda, halkın itaatle sorumlu olmadığını belirtirdi. Böylece hak sınırları içerisinde Emire itaati gerekli görmekle birlikte, halkı kendi hizmetine mecbur kişiler olarak görmez, kendini onların üstünde saymazdı; bilakis onların içinden, aralarından biri idi.
O, evde iyi bir aile reisi, eşlerine ve dostlarına vefalı, toplumda iyi bir cemiyet adamı, camide iyi bir imam, mahkemede âdil bir kadı/hâkim, Mekke’de cemaat lideri, Medine’de devlet başkanıydı.
Bu genel tanıtımdan sonra Rasûlullah’ın vefasına gelecek olursak, o bir vefa âbidesi idi. Hayatında mevcut birçok örnekten ikisini vererek konuya açıklık getirmek istiyorum.
Bir gün yaşlı bir kadın Rasûlullah’ı ziyarete geldi. Peygamberimiz ona çok hürmet etti. Sırtındaki ridasını yere sererek onu oturttu. Samimice hal ve hatırını sordu. Bu ilgi Hz. Aişe validemizin dikkatini çekti ve dayanamayıp sordu:
-Ya Rasûlallah! Bu yaşlı kadın kim ve neden bu kadar hürmet gösterdin?
-Hatice’nin komşusu-arkadaşı idi deyince Aişe validemiz, Hz. Hatice’nin arkadaşlarına bile bu denli saygılı ve vefalı olan Rasûlullah’ın bu hareketini, doğal olan kadınlık kıskançlığı ile kendisini kastederek;
-Ya Rasûlallah! Allah sana ondan daha hayırlısını vermedi mi? demişti. Bunun üzerine vefa âbidesi, gaye insan ufuk peygamber şöyle buyurmuştu:
- Allah’a yemin ederim ki bana Hatice’den daha hayırlı bir hanım verilmemiştir. İnsanlar beni inkâr ettiği zaman o bana iman etti. İnsanlar beni yalanladığı zaman o beni tasdik etti. İnsanlar beni mahrum ettiği zaman o bana malıyla sahip çıktı. Allah beni ondan, diğer hanımlara nasip olmayan çocuklarla rızıklandırdı.” (Taberani, el-Mu’cemu’l-Kebir, XXIII, 13.)
Bilindiği gibi Peygamberimiz Mekke’de doğmuş ve 53 senesi orada geçmişti. Peygamberlik döneminin ilk 13 senesinde Mekke müşrikleri ona, inancını hayata hâkim kılma ve insanlara tebliğ etme imkânı vermemiş, Daru’n Nedve şirk parlamentosunda öldürülmesine karar verilmişti. Bundan dolayı da Medine’ye hicret ederken Mekke’ye olan sevgisini; "Allah'ın yarattığı şeyler içinde en çok sevdiğim yer sensin. Eğer buranın halkı beni (zorla) çıkarmasaydı, ben kendiliğimden çıkmazdım" diyerek dile getirmişti. (Heysemî, Mecmau‘z-Zevâid, 3/283).
Hicretten sonra Medine’de devletini kurmuş, Allah’ın dinini rahatça tebliğ etme imkânı bulmuş ve Mekke’yi de fethederek İslam topraklarına katmıştı. Mekke fethedilince Medineli Ensar “Rasûlullah’ın doğup büyüdüğü şehir fethedildi. Bizi bırakıp da memleketine dönerse” diye endişeye kapıldı. Bu endişelerini Rasûlullah’a açtılar. O da vefasını şu şekilde dile getirdi: “Hayır. Kureyş’in karşı çıktığı, davetime kulaklarını tıkadığı ve bana Mekke’de hayat hakkı tanımadığı bir dönemde siz, eşlerinizi ve mallarınızı koruduğunuz gibi beni koruyacağınızı söyleyerek Medine’ye davet ettiniz, bağrınıza bastınız. İslam’ın yayılmasına destek verdiniz. Bütün bunlar ortada iken, bu iyiliklerinizi unutup sizi terk etmeyeceğim. Hayatım da, ölümüm de sizinle beraber olacaktır.”
Rasûlullah’ın, yol arkadaşlarını yarı yolda satmayarak gösterdiği bu vefa örneği karşısında Medineli Ensar rahatlamış ve çok sevinmişlerdi.
İşte Efendimiz böyle vefa âbidesi idi. Yol arkadaşlarını, yolda bulduklarıyla değiştirerek satan günümüz Müslümanları, kaybettikleri vefalarını tekrar kazanmak için “her yönüyle bizim rol modelimiz olan” Rasûlullah’ı, bu yönüyle de iyi okumalıdır. Çünkü O, hayatın her kesitinde vardı. Dolayısıyla Muhammedî bir hayat için, hayatımızın her diliminde O olmalıdır. Gerisi laf-ı güzaf.