Son yıllarda özellikle haberlerde kullanılan dilinde etkisiyle karla ilişkimiz sanki başka bir boyuta taşındı. Büyüklerimizin yağmurla birlikte Allah’ın bir rahmeti olarak gördüğü kar gitti. Yerini haber diliyle “beyaz kâbus, beyaz ölüm, beyaz felaket” vb. klişeler aldı.
Elbette bütün sorumluluğu habercilikte kullanılan dile yıkarak işin içinden sıyrılamayız. Modern diye nitelenen insanlığın tabiatla ilişkimizi günden güne koparmasıyla kar da bütün manevi ve sembolik anlamlarından uzaklaştırılarak bir an önce gitmesi beklenen bir misafire dönüştürüldü. Bugün şehirli insanın gözünde karın güzel göründüğü sadece birkaç mecra kaldı. Kar altında çekilmiş kartpostal tadında birkaç fotoğrafı özenle filtreden geçirip sosyal medyada paylaşmak. Uludağ vb. kış turizminin yaygın olduğu yerlerin görüntülerine bakıp imrenmek ya da imkânı varsa gitmek. Bunun dışında gündelik hayatın koşuşturması içerisinde karı çekemez bir hale geldik. Zaten bu sonu olmayan koşuşturma içerisinde durup bir beş dakika karın yağışına bakmaya yahut da toprağı, ağaçları bir örtü gibi kaplamsını izlemeye fırsatımız olmuyor. Daha doğrusu kendimize bu fırsatı tanımıyoruz. Hal böyle olunca da kar kolaylıkla rahmetten felakete doğru bir yol alıyor.
Kuraklığın artmasıyla yağışların öneminin daha da arttığı bir dönemde bu tarz yakınmalar anlamsız oluyor. Özellikle son yıllarda kar yağışı noktasında ülkemizde ciddi sıkıntılar yaşanıyor. Arada bir kendini gösteren karla ilgili bu olumsuz düşüncelerimize rağmen Allah’a bize hala rahmetini göndermeye devam ettiği için ne kadar şükretsek azdır. Yenişafak’tan İbrahim Tenekeci’nin birkaç yıl önce kar üzerine yazdığı satırlar derdimizi özetler nitelikte;
“Yaşadığımız şehirde ve diğer büyük şehirlerde, kar, yetişkinlerin tek ortak düşmanı gibi. Onun adı anılınca, milli davalarda bile hemfikir olamayanlar, hemen ittifak kurabiliyor. Gerçekten de ilginç. Oysa karın, herkesi çocukluğuna götürüyor olması lazım. Bundan daha kıymetli ne olabilir? Çocukluğuna gitmeyi kim istemez?
Kendinizi bir kar tanesinin yerine koyun. Bir şehre yaklaşıyorsunuz. Diyelim ki İstanbul"a. Tuz dolu yüzlerce kamyon sizi bekliyor. Homurdanan insanlar, fazla mesaiye bırakılmış belediye işçileri, greyderler vs.
Siz olsanız gelir misiniz? O geliyor.”
Biz onun hakkını veremesek de o gelmeye devam ediyor. Sıcacık evlerimizden, sıcacık arabamızla yine sıcacık işyerlerimize gidiyoruz ve bu yolculuk esnasında karla olan sınırlı temasımızda bile mızmızlanıyoruz. Biraz trafik tıkansa, kar nedeniyle elektrik yahut internette sorun yaşasak hemen homurdanıyoruz. İş yerindeki sanki her şeye yetişebilecekmişiz gibi koşuşturmamızın arasında elimize ince belli bir bardakla çay alıp çift katlı, soğuk geçirmeyen camın arkasından bile olsa karı izlemeye vaktimiz yok (!) Bu noktada karın yağışındaki manevi atmosferden bahsedip, tefekkür edelim falan demenin de anlamı yok. Kar uzak çocukluğumuzun şirin bir hatırası olarak kaldı.
Kar deyince aklımıza kapanan köy yolları, çığ haberleri, karları eşeleyerek yiyecek bir şeyler bulmaya çalışan kedi-köpekler geliyor. Bir de ailelerinin çevresinde kurduğu steril fanusu inatla kırıp kara koşan çocuklar. Biz kendimizi fasulyeden nimet sanıp Allah’ın rahmetini üzerimizden esirgemediğini düşünüyoruz. Belki de kar sırf o çocukların yüzü suyu hürmetine gelmeye devam ediyordur.