28 Mayıs Cumhurbaşkanlığı seçimlerine giderken en çok tartışılan konulardan birisi “açlık mı yoksa bekâ sorunu mu? diye soruluyor. Böyle bir soruyu soranlara bizim mahallenin saf değiştiren bazı kalemşorları da dâhildir. Bunlar başkanlık seçiminde 2. turun galibinin Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan olacağını hissettikleri için felaket tellallığına başladılar. Ekonomi iyi gitmiyor, eğer umdukları olmazsa seçimden sonra yoksulluk her yönden toplumu saracak şeklinde halka aba altından sopa gösteriyorlar. Sanki istedikleri kazanırsa, her şey değişecek, Türkiye güllük-gülistanlık olacakmış gibi.. Elbette iktidar seçim sonrası ödünsüz bir şekilde spekülatörlerle ve ekonomik istikrarsızlıkla mücadele edecektir ve etmelidir de.. Bu da inşallah Erdoğan’ın zaferinden sonra olacaktır, merak etmeyin..
Bizim enerji ve sinerji kaynağımız Allah Kelamı olan Kur’an-ı Kerim’dir. Biz ilhamımızı oradan alırız, bu ilham bizim hayatımızın tüm alanlarını kuşatacak bir bakış açısı kazandırır. Çünkü Kur’an bize fark ettirme bilinci verir. Bu ferasetle Müslümanlar hayata, eşyaya ve dünyaya bakar, ona göre konumlanır. O ışık kaynağından yoksun olanlar bunu anlayamazlar. Onların mecali ve gözlerinin feri yoktur. Onlar, karanlıklar içinde debelenen varlıklar gibidir.
Kur’an’a göre, insan hayatının en önemli iki psikolojik eşiği vardır. Bunlardan birisi güvensizliğin verdiği korku psikolojisi, bir diğeri de açlık sorunudur. Bu iki problemi çözmenin yolu, inanç ve ibadet hayatında Kâbe’nin Rabbi olan Allah’a kulluk etmektir. Eğer bu kulluk yoksa o toplumda korku vardır, güvensizlik vardır, açlık vardır. Bugün Türkiye toplumunun en büyük sorunu bekâ sorunudur. Çünkü ülkemizin bekasını tehdit eden terör örgütleri vardır. İrfan sahibi halkımız bu terör örgütleriyle iş tutanları ve onlara karşı mücadele verenleri iyi biliyor. Terörün baş aktörleri, doğrudan seçim sonunda bu ülkenin birliğine ve dirliğine kast edeceklerini aleni olarak dile getiriyorlar. Onun için halkımız güven diyen, istikrar diyen söyleme evet diyor. Onun için boş tencereden önce istikbalinin ve istiklalinin güven içinde olmasını tercih ediyor. Çünkü güvenin, Allah korkusunun olmadığı bir yerde hiçbir müspet gelişme olmaz, ekonomi de durur. Bu sebeple, bizi açlıktan doyuran ve her türlü korkudan emin kılacak olan Allah’tır. Halkımız işte bu İlahi çağrıyı sözüyle eylemiyle ortaya koyanlardan yana oy kullanıyor.
İslami İlimler içerisinde Siyer diye bir ilim dalı vardır. Siyer, sözlükte “ davranış, yol, âdet, hal, bir kimsenin ahlakı, seciyesi ve hayat hikâyesi” demektir. Sîret kelimesinin çoğuludur. Terim olarak siyer; Hz. Peygamberin hayatını, şahsiyetini, tebliğ faaliyetlerini, askeri ve siyasi mücadelelerini konu alan bir ilim dalıdır. Biz Müslümanlar Kur’an’la bağlantılı olarak Siyer ilmini de okuruz. Amaç, Hz. Peygamberin yaşadıklarından bugün için uyarıcı dersler çıkarmaktır.
İslam, miladi 610 yılında Mekke’de doğdu. Hz. Peygamber (as.), Kur’an’ın nüzulü ile birlikte nübüvvet görevini de üslendi. İslam üç yıl gizli gizli anlatıldı. Çünkü Mekke’de insan hakları alanında hiçbir özgürlük yoktu. Üç yıl sonra İslam gizlilikten aleni olarak anlatılmaya başlandı. Elbette bütün bunlar, İlahi buyruklar dâhilinde cereyan ediyordu. Müslümanlar bu yıllarda çok acılar çekti. Alay edildi, hakaret edildi ve şiddetin her türlüsü uygulandı. Hatta Hz. Peygamber (a.s) öldürülmek istendi. Davasından vazgeçmesi için her türlü cazip teklifler yapıldı.
Nihayetinde İslam’ın bir bengisu gibi Mekke sınırlarını aştığı görülünce azılı İslam düşmanları başta Hz. Peygamber olmak üzere tüm Müslümanları Mekke’de karantina altına almak suretiyle ya toptan açlık sebebiyle ölüme ya da atalarının putperest dinine dönmeye zorladılar. Müslümanlar Şi’bu Ebî Talip mahallesinde İslamiyet’in gelişinin yedinci ve onuncu yılları arasında muhasara altına alındılar. Müşrikler onlara, hem sosyal ve hem de ekonomik boykot uyguladılar. Boykot yıllarında Müslümanların çocukları açlıktan öldü, Müslümanlar büyük sıkıntılar çekti. Çünkü içinde yaşadıkları toplumdan dışlanmışlardı. Bu olaya sessiz kalan Mekkeliler nefret suçu işlemişlerdi. Ama elbette o toplumda da vicdanlı kişiler vardı. Neticede bu anlaşmayı kendi elleriyle yırtıp attılar. Artık Müslümanların Mekke’den Medine’ye hicret etmelerinin de yolu açılmıştı. Boykot yıllarının verdiği açlığa, horlanmaya ve dışlanmışlığa rağmen hiçbir Müslüman dininden dönmedi. O gün onlar için beka sorunu İslam’ın ve Müslümanların varlığı idi. Bugün de hayatı sadece mutfak, yatak odası ve tuvaletten ibaret görenler bu dava ahlakını anlayamazlar. Müslümanlar gerekirse aç kalır, oruç tutar ama davalarından vaz geçmezler.
Sonuç olarak, bu milletin gönlüne girmek isteyenler o milletin diniyle, diyanetiyle ve değerleriyle barışık olmalıdırlar. Vatan’ın tehlikede olduğunu gören bir millet, açlığı ve yoksulluğu eliyle bir kenara koyar. Önce vatan, önce bu topraklarda beka, der. Bu memleket bu ülkede yaşayan, bu toprakları vatan edinmiş olan ve vatandaşlık bağıyla bu millete aidiyetini tescilleyen herkesindir. Çünkü bu topraklar, ülkelerinden sürülen ve vatansız kalan soydaşlarımızın, dindaşlarımızın da vatan edindiği topraklardır. Gidin siz vatansızlığın ne olduğunu; Balkanlardan, Kafkaslardan göçen muhacir kardeşlerimize sorun. Onun için bu millet 28 Mayıs seçimlerinde istikrara ve güvene oy kullanacak ve evet diyecektir. Eğer aziz milletimiz, Recep Tayyip Erdoğan’a oy veriyorsa, bu millet hiçbir zorlama ve baskı altında kalmadan özgür iradesiyle oy veriyor. Ey kalbi Brüksel’de, Paris’te, Londra’da bilmem ne sömürgecilerin başkentinde atanlar? Niçin bu milletin iradesine saygı duymuyorsunuz, niçin bu milleti aşağılıyorsunuz? Niçin gönlü yaralı depremzede kardeşlerimize gösteriş için verdiğiniz yardımları başa kakıyorsunuz? Böyle yaptığınız sürece ağır ama söylemek gerekiyor, “avucunuzu yalarsınız”. O halde yapmanız gereken, oturup, “bu millet bize niye oy vermiyor?” diye, düşünmenizdir. İşte bundan dolayı “bekâ sorunu boş tencereye gâlip gelmiştir.” Şimdi anladınız mı?