Ortadoğu’da “Usulsüzlük” Sorunu

Doç. Dr. Yusuf Sayın

Geçtiğimiz günlerde Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yayınlanan “DAİŞ’in Temel Felsefesi ve Dini Referansları” isimli rapor, bölgedeki dengeleri altüst eden ve meşru bir temele dayanmaksızın Ortadoğu’nun içinde bulunduğu düzensizlik ortamını daha karmaşık hale getiren DAEŞ/DAİŞ/İŞİD örgütünü konu edinmektedir.

Rapor’da, Örgüt’ün dini anlayışı ve felsefesi ele alınırken, Örgüt’ü ortaya çıkaran tarihsel süreç incelenmektedir. Kur’an-ı Kerim ve Hadis-i Şerif anlayışları temelinde Örgüt’ün dayandığı dini referanslara yer veren çalışma, İsmet, Tekfir, Tadlil ve Cihat gibi, Örgüt’ün tahrip ederek içini boşalttığı dini kavramlara değinmektedir.

Çalışmada, Örgüt’ü ortaya çıkaran temel epistemolojik sorunun “usulsüzlük” ve “dinin araçsallaştırılması” problemleri olduğuna vurgu yapılırken, ifade edilen “Usulsüzlük”, “İslami ilimlerin her bir disiplini için yüzlerce yıl içinde inşa edilerek gelenek haline gelen yöntem ve esasları yok sayıp doğrudan dini metinlere yönelerek bunları bağlamından kopardıktan sonra ideolojik birer kanun maddesine indirgemek suretiyle nevzuhur bir din anlayışı vaz etme teşebbüsü” olarak tanımlanmaktadır.

Burada altı çizilmesi gereken husus; bugün, DAEŞ örgütünün asırlar boyunca inşa edilen İslam geleneğine ait temel yöntem ve esasları görmezden gelerek sadece ayet ve hadisler temelinde ve onları da gerçek bağlamından kopararak ideolojik bir angajman sağlamaya çalışmasıdır. Eylemlerinin meşruluğu tartışılmakla birlikte Örgüt’ün yeni bir dini söylem ve anlayışa referans verdiği ifade edilmektedir.

DAEŞ’i ortaya çıkaran temel sebeplere bakıldığında; Örgüt’ün her şeyden önce Irak ve Suriye’deki rejim muhalifi Sünni Araplardan gördüğü destek ile ortaya çıktığı ve eşlik eden dini söylemle birlikte, düzensizliğin içinde bölgeye bir “düzen”, “güvenlik” ve “istikrar” sunduğu ifade edilmektedir. Zira DAEŞ, meşruluğu tartışılsa da bugün devlet otoritesinin tam olarak sağlanamadığı Irak ve Suriye bölgesine sözde bir “hukuk düzeni” sunmakta ve yöntemlerinin meşruluğu sorgulansa da bu “yeni düzeni” uygulamaktadır.

DAEŞ’in, yönetimi altında bulundurduğu, temelde kimlik sorunu yaşayan ve bölge yönetimlerince dışlanarak uzunca yıllar zulüm ve işkencelere tabi olan halklara alternatif bir aidiyet ve “koruyucu güç” sağladığı görülmektedir. Buna ilave olarak yaşanan mezhepsel kutuplaşmanın, bölgede uygulamış olduğu korku/ölüm stratejisinin ve askeri alandaki “başarı”sının Örgüt’ü ortaya çıkaran gelişmeler olduğu ifade edilebilir.

Yetişmiş ve sayıca sahip olduğu insan gücüyle mobil, hızlı ve silahlı araçlara sahip bir Örgüt olan DAEŞ’in, bölgesinde kendisinden başka alternatif ve meşru bir otoritenin bulunmayışı nedeniyle bir cazibe ve çekim merkezi haline geldiği gözlemlenmektedir.

Çıkış nedenleri arasında başka sebepler de sayılabilmekle birlikte Örgüt’ü ortaya çıkaran temel nedenin, gerek önceki yazılarımızda gerekse de diğer akademik çalışmalarımızda sıklıkla ve ısrarla vurguladığımız BÖLGESEL İŞBİRLİĞİ imkânlarının bulunamayışı olduğu vurgulanmalıdır.

DAEŞ, mezhep ayrılıklarının yol açtığı bir sonuç olmakla birlikte, söz konusu ayrılık durumunun altında, Türkiye ve İran başta olmak üzere bölgedeki Sünni ve Şii devletlerin ortak bir noktada mutabakata varamaması ve dini aidiyetlerini siyasi ve ideolojik taassup haline getirmesi yatmaktadır.

Sünni ve Şii dünyaların ve siyasal hareketlerin, temelde Din içinde zenginlik olarak sayılabilecek aidiyet formlarını ideolojik söylem ve eylem biçimi haline dönüştürmeleri, bugün bölgede “DAEŞ”lere yol açmakta olduğundan, biran önce Dini temelde bir uzlaşı ve hakikat temelinde ortak bir pota bulmak durumundadırlar.

Aksi durumda bölge sözde “dini” temelde olduğunu iddia edecek mikro fraksiyonların olumsuz tesiri altında kalacak ve günden güne derinleşen bölgesel siyasal kriz daha ileri bir noktaya taşınacaktır. İşbirliği ve barış zemini, bölgenin sahip olduğu medeniyetsel, dini ve tarihi derinliklerde aranmalıdır