Arap Baharı ile başlayan süreçte, I. Dünya Savaşı sonrası kurulan uluslararası sistemde ve özelde Ortadoğu’da köklü bir değişim beklentisinin ortaya çıktığını görmekteyiz. Fakat Libya, Suriye ve son olarak bugün Yemen’de yaşanan sorunlar ve savaş ortamı, bu beklentiyi boşa çıkaran sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Denilebilir ki, bölgedeki ne eski düzen yıkılabilmiş, ne de yeni bir düzen kurulabilmiştir. Daha çok düzensizliklerle örülü kaos ve karmaşa ortamı tüm coğrafyaya hakim olmuştur. Bugün Ortadoğu bölgesinin genelinde büyük ve özelde bölgesel güçlerin güdümüyle vekâlet savaşları (proxy wars) yürütülmektedir. Bu savaşların insani, sosyal, ekonomik ve siyasi yönden çok büyük maliyetleri olmakla birlikte bölgedeki ülkelerin ulusal çıkarlarının dini söylemlerle savunulduğu yeni bir dini veya mezhebi coğrafya ortaya çıkmıştır. Hâlihazırda bugün, uluslararası ya da bölgesel büyük güç ve aktörlerin ihtiyaçlarının karşılandığı ve kendilerine vekâlet edildiği din ve mezhep temelinde büyük bir çatışma ortamı ile karşı karşıyayız. DAEŞ, bu çerçevede Ortadoğu’daki mevcut ortamın en müşahhas hale gelmiş şeklidir. Suriye ve Libya’daki iç savaşlara ilave olarak Mısır’daki karışıklık ise Arap Baharı ile birlikte güçleneceği düşünülen devlet inşa süreçlerini çökertmiştir.
Kemal İnat’a atıfla; bugün Ortadoğu’da işlerin ve özelde siyasetin uzunca bir süredir “kardeşlik” ve “kardeşlik bağları” üzerinden yürümediğini görmekteyiz. Burada “Kardeşlik” kavramından kastedilen, Ortadoğu coğrafyasının büyük bir çoğunluğunu oluşturan Müslüman halkların, birbirleriyle “dini bağlar” üzerinden ve Müslüman olmayan bölge halkları ile de “insanlık bağları” üzerinden sahip oldukları bağdır. Zira, bölgenin mevcut durumu, Ortadoğu’nun halklarının onlarca yıldır “insanlık temelinde yükselen kardeşliği” terk ettiklerini ve “İslami temelde yükselen kardeşliği” de unuttuklarını göstermektedir. Bu durumdan daha tehlikeli olanı, bugün de çok açık bir biçimde görüldüğü gibi, bölgeyi felaketlere sürükleyen “yeni yapay kardeşlikler”in keşfedilmesi ve hem bölgedeki ülkelerin içinden ve bölgesel devletlerin arasında ve uluslararası sistemin büyük aktörlerince teşvik edilmesidir. Söz konusu bu yapay kardeşlik zemini meseleye taraf tüm aktörlerin bir nevi ihtiyaçlarının karşılandığı ve vekâlet savaşı olarak yürütülen ve suni bir kardeşliği vaaz eden DAEŞ hareketi olarak bir açıdan neşvünema bulduğunu görmekteyiz.
19. yüzyılda çok büyük sonuçlara yol açan milliyetçilik hareketlerine benzer şekilde bugün bölgedeki mikro seviyedeki ideolojik, mezhepsel, etnik kimliksel ve asabiyet bağları ile örülü “ulusçuluk” akımları, bölgeyi kasıp kavurmaktadır. Yüzlerce yıl boyunca Müslüman, Yahudi ve Hıristiyan topluluklar arasında zuhur eden kavgalara bir de Sünni, Şii, Vahhabi ve Selefi aidiyetlerin arasındaki kavgalar eklenince, mezhepsel kimliklerin ön plana çıkışı ve bu fraksiyonların dini referanslara yaptıkları vurgunun etkisiyle bölgenin zaten kaotik olan hali daha şiddetli bir çatışma ortamına evirilmiştir. Bu noktada, bölgesel yeni alt kimliklerin ortaya çıkışına şahit olurken, bu alt kimliklerin “ben” ve “öteki” algısıyla şekillenen, çıkarların maksimize edilmeye çalışıldığı ve bölgedeki çatışma ortamını daha derinleştirmekten başka bir şeye yaramayan etkisi, bölgede özlenen, beklenen ve gerekli olarak görülen işbirliği ve bütünleşme idealini gölgede bırakmaktadır. Zira söz konusu mezhepsel alt kimlikler, bölge ülkeleri yönetimlerinin kendi meşruluk ve otoritelerini pekiştirir ve küresel güçlerin rant hesaplarını tatmin ederken, barış, uzlaşı ve istikrar umutlarını suya düşürmektedir. Devletler tarafından reel politika olarak görülen dış politik çıkar hesapları ve bölge yönetimlerinin kendi halklarına olan uzaklığı ve bakış açısı, bölgedeki anaların gözyaşlarının akmasını sağlamaktan öte bir işe yaramamaktadır.
Bölgenin başlıca aktörleri olarak Türkiye, İran ve Suudi Arabistan’ın Ortadoğu’da izleyecekleri dış politika ve bölge sorunları karşısındaki alacakları tavırları, rasyonel olarak şekillenmek zorundadır. Zira bu ülkelerin atacakları doğru ve kararlı adımlar, sadece bölge halklarına değil, kendi halkları için de bir tehdit oluşturan bölgesel çatışmaların askeri güç yerine diplomasi ile çözümüne yardımcı olacaktır. Diplomasinin, uluslararası ilişkilerdeki sorunların savaş yerine müzakereler yoluyla çözüme kavuşturulması olduğunu düşünürsek, daha çok diplomasi ve daha çok müzakere, daha çok insanın hayatının kurtulmasına kapı aralayacaktır. Lakin bu noktada bölgeye yönelik, bölge dışından ve özellikle “dış güçler” olarak tanımlanan uluslararası büyük güçler tarafından yapılan ince ayarlar veya hassas müdahalelerin önüne geçilmesi, bölgede barışın yeniden tesisi için hayati önemdedir. Dış müdahaleler yoluyla ince ayarlar ve hassas müdahalelerde bulunmak, rasyonel olmayan çatışma ve kaos ortamını derinleştirecektir. Bu minvalde, bölge yönetimleri söz konusu “dış odaklı” müdahalelere, müdahalede bulunması gerekiyor. Fakat böyle bir müdahale, bölge yönetimlerinin bağımsız karar alabilme ve özgür dış politika belirleyebilme iradesine bağlı olacaktır.
Sonuç olarak, özellikle bölgemizde devam etmekte olan çatışmalara son vermek için yaşadığımız coğrafyada barış ve uzlaşmanın tesisi ve kalıcılığını temin etmek adına uzlaşma ve hoşgörünün sağlanabileceği yeni sistemlere veya işbirliklerine ihtiyaç bulunmaktadır. Bölgemizde kaotik ve çatışmacı ortam yerini, barış ve sükûnetin müştereken sağlanabileceği bir işbirliği zeminine bırakmalıdır. Bunun için çatışma ve kaos olgularının oldukça “doğal” karşılandığı günümüzde, “işbirliği”, “uzlaşı” ve “barış” gibi olguları, politik, diplomatik, bilimsel ve tarihsel temellerde “doğal” hale getirmeye çalışmalıyız.