Önce sağlam ekonomi

Prof. Dr. Fatih Mehmet Öcal

Tüm ülkeler, kendine göre ekonomik, siyasi, toplumsal ve sosyo-kültürel sorunları çözmek için yoğun bir şeklide mücadele ediyor. Çözüme ulaşmanın yolları teorik olarak genelde herkes tarafından biliniyor olsa da, uygulama ve sonuca ulaşmanın öyle konuşulduğu kadar kolay olmadığı, kabul edilmesi gereken bir olgudur. Gelişmiş ülkelerin başında ilk sırada gelen ABD ekonomisinin uzun zamandan beri uyguladığı reel ve parasal ekonomi politikalarına rağmen, bir türlü ekonomisini istikrarlı ve uzun süreli, sürdürülebilir bir büyüme patikasına oturtamaması, verilebilecek en önemli bir örnektir. ABD örneği AB’nin lokomotifi konumundaki Almanya, İngiltere, Fransa gibi veya Japonya gibi gelişmiş ülkelerin yanı sıra, dünya Gayri Safi Milli Hasılası (GSMH) büyüklüğü bakımından ikinci sırada yer alan Çin (BRIC-S) gibi gelişmekte olan ülke ile genişletilebilir. Bunlardan ABD ile Çin üzerinde durulması gereken en ön sırada gelen iki ülkedir. ABD ile Çin’i aynı kategoride bir arada anılması ilk bakışta tuhaf gelebilir, şöyle ki biri en gelişmiş ülke olan ABD, Çin ise BRIC-S içinde yer alan gelişmekte olan ülkelerden birisi. Aralarında gelişmişlik düzeyi karşılaştırması bakımından aralarında uçurum olan ABD ve Çin’in ortak özelliği, dünyanın en önemli alıcı ve satıcı ülke olmasıdır. İki ülkenin küresel toplam GSMH’nın %43’ünü kapsadığı göz önüne alındığında, dünya ekonomisinin vazgeçilmez aktörleri oldukları kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bu iki ülke ekonomisinin durgunluğa girmeleri küresel ortalama büyüme hızını aşağıya çekerken, durgunluğun genelleşmesine yol açarak sırasıyla gelirin, tasarrufların, yatırımların, üretimin ve istihdam düzeyinin azalması sonucunu doğurmaktadır. Başta gelişme yolundaki ülkeler, gelişmişlerde dahil olmak üzere hemen her ülke, kendi ekonomileriyle ilgili kısa, orta ve uzun vadede hedeflerini belirlerken iç dinamikleri yanında, küresel ekonominin motoru konumunda olmasına bağlı olarak ciddi boyuttaki çarpan etkisine sahip ABD ve Çin ekonomisindeki olası gelişmeleri, dikkate almaları büyük önem arz etmektedir.

          Küreselleşmenin dominant ve kuşatma özelliğinin her geçen gün tüm ekonomileri sarması, ülkelerin ister istemez doğru bir yaklaşımla, dış dünyadaki ekonomik gelişmelere odaklanmasına mecbur bıraktı. Dünya sermaye piyasasının neredeyse tamamına hükmedecek konumda olan FED ve ECB’nin aldığı kararların ekonomiler üzerinde meydana getireceği etkileri ve şiddeti, hiçbir ülkenin yok sayma olasılığı olamaz. Yılda sekiz defa, her 45 günde bir toplanan FED’in ve başkanı Yellen’in açıklamalarının başta gelişmekte olan ülkeler tarafından olmak üzere dünyanın pür dikkat kesilip takip edilmesi, her toplantının en az iki hafta öncesi ve sonrasında ekonomik yorumların, tartışmaların dünya ekonomi kamuoyunun baş köşelerini işgal etmesi, ton ton görünüşlü, renkli gözlerinin hatırına olmasa gerektir. FED’in faiz oranlarındaki 25 baz puanlık artırım yapması durumunda bile oluşturacağı domino etkisi sebebiyle, dünya ekonomilerinin teyakkuza geçmesine yetmekte hatta artmaktadır. Çünkü FED’in faiz artırımına gitmesi, olabildiğince yüksek ama en önemlisi güvenli liman arayan küresel dolar ağırlıklı sermayenin büyük bir kısmının anavatanına yani ABD’ye dönmesini sağlayacaktır. Bu durumdan en çok etkilenecek olan, ilk aşamada gelişmekte olan ülkelerdir. Küresel sermayenin önemli miktarının kendini güvende hissettiği ABD başta olmak üzere gelişmiş ülkelerin sermaye piyasalarına akması, gelişmekte olan ülkelerin alt yapı, sağlık, eğitim gibi temel yapısal sorunlarını halen çözememesi, ileri teknolojiye dayanan mal üretebilecek kapasiteden yoksun olması ile yüksek fiyatlardan sattıkları ve petrol, demir, bakır, kurşun, platin gibi emtia mallarının satışından elde ettikleri gelirin azalması bir gün gelip düşebileceğini hiç düşünmedikleri için üretimlerini çeşitlendirmemeleri, dış kaynağa olan ihtiyaçlarını üst seviyeye çıkardığından cari açıklarını artırmıştır. Küresel sermayenin önemli bir oranı ABD, Almanya, Japonya gibi göreceli daha güvenli limanlara demir atması nedeniyle, daha fazla risk peşinde koşan ve daha az miktarda kalan küresel sermayenin fiyatı, yani borçlanma faizi de artacaktır. Dünya piyasalarında teknolojik mal üretemeyip satamadığından dış ticaret açığı veren, kalkınma aşamasını geçmek amacıyla yapısal yatırımlar yapmak zorunda olduğundan sürekli cari dengesi eksi bakiye olduğu için şiddetle dış kaynak bulmak zorunda kalan gelişmekte olan ülkelerin, yüksek maliyetle ancak sahip olabildikleri dış kaynakların (dış borçların), hangi amaçla kullanıldıkları çok daha önem kazanmaktadır. AR-GE, eğitim ve ileri teknoloji gibi verimli alanlara yapılacak yatırımlar ülkelerin ekonomik yapılarını güçlendirirken, geleceklerini de güven altına almaktadır. Dış borçlar bütçe açıkları ve borç ödeme gibi amaçlar için kullanılırsa ülkenin, bir sonraki aşama daha fazla dış kaynak ve yüksek enflasyonla mutlak olarak karşılaşacağıdır. Bu nedenle yüksek faiz oranlarıyla sahip olunan söz konusu kaynakların en ufak bir risk karşısında hızla ülkeyi terk edeceği bilindiğinden gelişmekte olan ülkeler, özellikle ekonomi olmak üzere siyasi, sosyal ve toplumsal konularda kriz ortamına sürüklenmemelidir. Ülkeye girerken ekonomiyi rahatlatan dış kaynaklar, çıkarken çok daha derin ve kalıcı ekonomik hasarlara yol açarak, ülkenin tüm katmanlarını istikrarsızlığa sürükleyecektir. Bu durumun maliyeti sadece şimdiki değil, sonraki kuşakların geleceklerine de ipotek konulması demektir. Ekonomisi sağlam temeller üzerine oturan ülkelerin diğer her türlü sorunun üstesinden gelmesi, daha kolay olacaktır.      

          Soru: Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşlarının görüşleri küresel ölçekte etkili midir? Neden? 

          Sözün Gözü: İnsanlar ikiye ayrılır, yalan söyleyenler ve yalan söylemeyenler.