Yüreğimi kime emanet edebilirim ve bu yürek aslında bana emanet edilmişken? Alıp gideceğim ne var yazılanlardan ve imanımdan ve yüreğimden başka…
Gece… Ne esen yel yetiyor ne gökte bulut. Sıcak değil beni böyle yakan ve kavuran. Bu kadar terleyişim bu hava değil. Yumruk kadar bir taş gelip oturdu sineme, kalkmak bilmez, usanmak bilmez. Hani iman olmasa ne çok sual ne çok yargılar, yargıçlar dikiliyor karşıma. Biçare gönlümü nasıl avutayım şimdi?
Yolumu üzerinde kurulu onca engel, barikat ve tuzak var, biliyorum ve bu bilmeliğim güç veriyor bana. Ya bilmediklerim! Bilmediğim ve göremediğim düşmanlarımın, apaçık düşmanlarımın varlığını nasıl idrak ediyor ve nasıl ikna oluyorum.
Çıktığım bu yolculuk, belki bir ağacın gölgesinde dinlenebileceğim kadar vakit veriyor bana. Bu kısacık vakit nasıl oluyor da büyüyüp kocaman bir neticeye tekabül ediyor oysa. Gölgesinde dinlendiğim bu ağaç hangi mevsimde açar yapraklarını ve hangi mevsim kabul eder dökülen yapraklarını?
Üç beş yıldız görüyorum işte. Hani sayılmazdı yıldızlar, hani ay dede hep gökyüzünde olacaktı? Madem yıldızlar bu kadar büyük, benden büyük, dünyamdan büyük, sayılamayacak kadar uzağa neden giderler? Zihnimin beni yorduğu anlardan birindeyim belki de…
Yağmura ihtiyacım var. Sel olsun istemem, sicim gibi, bardaktan boşanırcasına değil, gönül bahçemdeki tomurcukları sulayacak kadar olsun yeter. Islanayım, yağmur damlasından değil lakin. Gözyaşım dokunsun tenime. Ağlayabildiğimin idrakinde olmalıyım, sahi başka hangi canlı hangi duygu ile dökebilir gözyaşını. Yağmur kıskanmaz mı gözyaşını? Uçsuz bucaksız bir gül bahçesinde tüm kırmızı güllere inat benim olan gülün peşinde, yağmura bırakmadan benim gözyaşım sulayamaz mı o gülü?
Bir baykuşun sesi geliyor uzağımdan, evet benim uzağımdan. Uzak kime göre ve benim uzağım neden hep en uzak ve neden yakınlar uzaklıkla ölçülür? Baykuş değil de bir serçe mi olsaydı duyduğum, yoksa bir karga mı? Sesi çirkin demişler, kim dedi neden dedi? Yok, illa bir serçe olmalı bir serçe kadar kalp taşıyamayan beni ancak o minik yürek anlar belki.
Çöktüğüm duvarın dibinde, sahibini arayan bir mendil açtım önüme. Üç beş kuruş atanlar oldu. Yok, değil dilenci değilim, “bu mendilin sahibini arıyorum” diyemedim. Ederi bu mudur şimdi, gelip geçerken cepte kalan bozuk para kadar…
Soğuk bir kaldırım, gelip geçenlerin yüzlerini tanıyorum. Kimi yorgun, henüz bitmiş işi, kimi zevkten dört köşe. Birinin elinde iki ekmek diğerinin elinde iki evlat… Kimi kendinde değil, hangi şarabın esiri oldu kim bilir? Aşkın da şarabı var üzümün de. Hepsi insan, hepsi kendi imtihanını veriyor, kimi yenik öfkesine, hırsına, nefsine kimi mağrur, gülümsüyor kaderine. Biri yani sadece biri göz göze gelmedi benimle, gözlerim mi kayıp gittiler yuvalarından?
Sanki bu yer bu vakit sabitlenip kalmış benim için. Görenim, gözetenim Rabbim. Yalnızlığa hüküm yemiş bir kalbin sahibi olmaksa mukadderat, eğeriz boynumuzu, sinemize. Bunca gelip geçen lakin… Yok mudur? İmtihanını benimle verecek olan…
Omuzlarımda taşımaya çalıştığım yükümden şikâyetçi değilim lakin yük benden şikâyet ederse halim nice olur? Zihnim yorgun suallerin dinç cevaplarını verecek kadar imkân bırakır mı bana? Sustum, susadım, sindim içime… Sessizce sessizliğe yol alan gemilerin hangisi alır beni?
Kapadım gözlerimi, şimdi daha iyi görüyorum yıldızları ve evet sayamayacağım çoklar ve nasıl da parlaklar. Elimi atıp alacağım kadar yakınlar. Uzattım elimi. Ben düşüp gidecekken bir yıldızın peşine, dokundu biri. İşte o, omzumdaki minik el…