Küreselleşmenin dünyayı kuşatmaya başladığı 1960’lı yıllardan itibaren tüm ülkelerin milli gelirini, üretim ve istihdam düzeyini yükseltip mali ve reel sektör açılarından ekonomileri geliştireceğinin yanı sıra, sosyal ve kültürel konularda da toplumları birbirine yaklaştıracağı biçimindeki gelişmiş ülkeler kaynaklı politikaların ve haberlerin doğruluğunun, ne yazık ki geçen yaklaşık yarım asırlık zaman sonunda doğru olmadığının ortaya çıkması, bundan sonra ekonomide, hukuk sisteminde, dış ilişkilerde, kısaca sosyal hayatın her alanında, işlerin ve yapılması gerekenlerin gittikçe daha da zorlaşacağını işaret etmesidir. İçinde yaşadığımız yüz yılda, ülkelerin karşılaştığı sorunların salt kendilerinin üstesinden gelebileceği boyutları aştığı, başta ekonomik olmak üzere terör gibi dünya gündeminin ilk sıralarında yer alan sosyal alanlarda küresel birlikteliğin şart olduğu, artık net bir şekilde anlaşılmıştır. Bir diğer anlaşılan gerçek ise, yıllardan beri gelişmiş ülkeler tarafından toplumları top yekun kalkındıracağı şeklinde dünyaya enjekte edilen küreselleşme masalının sonuçlarından, bu vakitten sonra geri dönüşün olmadığı ve gelişmiş ülkelerin üretimlerinin daha düşük maliyetlerle gerçekleştirilerek pazarlanmasının sağlanması, oluşacak çevresel atıklardan gelişmiş ülkelerinin değil üçüncü dünya ülkeleri halklarının etkilenmesi, ayrıca kültürel yüklemelerle toplumsal fraksiyonların gelişmiş ülkelerin istediği gibi şekillendirilmesine hizmet etmesi için uydurulan bir uydurulan masal şeklinde kurgulandığıdır; tıpkı Irak’a saldırmak için ileri sürülen bahanelerin tamamının yıllar sonra uydurma olduğunun su yüzüne çıkması, ancak o sürecin sonuçlarının ABD, İngiltere, Almanya, Fransa gibi ülkelerin lehine gelişmeler doğurduğundan dolayı dünyanın diğer kalanının sesini çıkaramadığı gibi.
Gelişmişiyle, gelişmekte olanıyla ve geri kalmışıyla tüm ülkeler, küreselleşme kıskacı içine hapsolmuş bir vaziyette birbirleriyle her alanda kıyasıya rekabet içindedirler, hem de menfaatine gelen her fırsattan yararlanmak adına çok oynakça ve ilkesizce. Durum böyle olunca küresel ölçekte siyasi kaynaklı tutarsızlık, kuralsızlık ve omurgasızlık üzerine duruma göre uyarlanmış politik koşulların ekonomiler içinde geçerli hale gelmesi, tüm ülkelerin alacakları her kararda hata yapma lükslerinin kalmadığını göstermektedir. Bu olguyu kabullendikten sonra ülkelerin ekonomik, siyasi, sosyal, hukuki, demokrasi, insan hakları gibi temel konularda, halklarıyla sağlayacakları konsensüste gösterecekleri uyum ve başarı, gelişmişlikleriyle birebir bağlantılıdır. Ülkelerin Gayri Safi Yurtiçi Hasıla (GSYİH) değerlerini artırmaları önemlidir, ancak belki ondan daha önemlisi GSYİH’nın adil şekilde dağılımıdır. Bu değerin büyüme hızının artırılması öyle sanıldığı kadar kolay değildir. Bunun sağlanmasının yolu ilk aşamada, dünya piyasalarına yüksek teknoloji ve katma değerli mal/hizmetleri satmaktan geçer. Dış ülkelerin gelirlerinin ülke içine aktarılmasını sağlayan ihracattan elde edilen ilave kaynağın, geçici bütçe ve cari açıkların kapatılmasına yönelik değil de yine prodüktif yatırımlarda kullanan, gelirlerin bir kısmını AR-GE harcamalarına ayıran, küresel kaynakları doğrudan sabit yatırımlar şeklinde ülke içine çekebilen ülkelerin dünyayı etkileyen kararlarda çekingen, emir verilen, yönetilen değil, üstelik söz konusu bu ekonomik kazanımları siyasi, hukuki, demokrasi, insan hakları ve toplumsal birliktelikle taçlandıran ülkelerin kısa sürede öne çıkacakları, söz sahibi olacaklarıdır. Bu açılardan ülkemiz başta ekonomik kriterlere göre değerlendirildiğinde, ülkemizin pek içi açıcı konumda olamadığını belirtmeliyim. Yıllık TÜFE’nin %7,64’e, Yİ-ÜFE’nin %3,41’e yükselmesi ve bundan sonra gıda, enerji ve emtia fiyatlarının enflasyonu yukarı doğru ivmelendirecek yönde etkileme olasılığının yüksekliği, enflasyonun ülkemiz için kalıtsallık kazandığını göstermektedir. Aynı şekilde ülke olarak işsizlik oranının tüm iyimser varsayımlar altında bile %10 bandının altına indirilememesi, emtia ve petrol fiyatlarının uzun süreden beri düşük seyretmesine rağmen cari dengemizi negatif değerlerden çıkarılamaması, ithalata dayalı ihracat yapma kapanından kurtulamaması, her ne kadar gelişmiş ülkelerden daha fazla büyüme oranına ulaşmamıza (2015/yıllık; %3,96) rağmen %5 olarak kabul edilen potansiyel büyüme oranının altında kalınması, uzun yıllar tek başına bir hükümet tarafından yönetilmesine rağmen genellikle popülist yaklaşımlarla sarıp sarmalanmış, uzun vadede reel ekonomiyi canlandıracak etkiler ortaya koymaktan uzak vergi affı ve yapılandırma gibi süslü, flaş tanımlamalarla ekonomik reform paketleri adı altındaki açılımların sıkça gündeme getirilmesinin, toplum tarafından fazla ciddiye alınmayarak artık dürüst vatandaşların bir anlamda cezalandırılması anlamına geldiği şeklinde algılanması, eğitim müfredatıyla yenilik yapma adına sürekli oynanarak rekabet üstünlüğü sağlayacak malları üretecek kalifikasyonu yüksek gençlerin yetiştirilmesinde hedeflerin çok gerisinde kalınması, yabancı ülkelerle sürdürülen siyasi ilişkilerde sert, keskin ve ani politika değişiklilerine gidilmesine bağlı olarak ekonomik faaliyetlerin de stabil hale getirilmemesi gibi ülke olarak ciddi boyuttaki defolarımızın, salt ekonomi alanında kalmayıp siyasi, sosyal, hukuk ve demokratik mahiyette toplumun tüm katmanlarına yayılarak, hazan yapraklarının rüzgar önünde savrulması gibi sorunlar yumağı içinde çaresiz kalması, ülke olarak aşmamız gereken en büyük meseledir. Ülkelerin gelişmişliği, alınan kararların sorgulanması, halkın isteklerini yansıtması ve uyumuyla doğru orantılıdır.
Soru: Toplam gelirin fazla olması toplam refahın yüksek olduğu anlamına gelir mi? Neden?
Sözün Gözü: Kalbi bozuk olanın sözü, sözü bozuk olanın ise karakteri bozuktur.