Ömür Sandıklarımız

Sabit Talha Şahin

Bir cümle duyulur:

"Hayatını kaybetti."

Herkes öyle alışmıştır ki bu cümlenin işaret ettiği "tek" anlama, gözyaşları akmaya; ağıtlar yakılmaya başlanır. Oysa hayatı kaybetmek yalnızca ölümle mi mümkündür? Issız adalardan ve sokaklardan onca insan hayatın peşinden koşarken, ölüm müdür yalnızca kaybı getiren?

"Hayatı kaybetmek" herkes içindir elbet, nefes alıp almamak farkı olmadan.

Gençliğinin büyük çoğunluğunu umutlarla bezenmiş dünyasına ulaşmak için harcayan, gecesini gündüzüne katarak yaptığı her işte en iyisi olmaya çalışan o kişinin liyakata güvenip ardından altında ezilmesiyle dünyayı görmesidir hayatı kaybetmek. Nitekim onun için yüzleşebileceği en ağır gerçeklik budur, kaybolur. Ne denir, ne düşünülür bilemeyeceği kadar ani gelişen bu olaylar üzerine kişi yitirir hayatını.

Artık koşuşturmacalar anlamsız tutunma çabalarının kısa yansımalarından ibarettir. Sabah 9'da başlayıp akşam 5'te biten döngüsünün arkasından eve ulaşmasıyla bitkisel hayat başlar. İsteksizlik, yorgunluk ve liyakatın yükü. Ölene kadar söylenmese de adı konulmalıdır, hayatını kaybetti!

_

Yıllar boyu çocuğunun peşinden koşmuş, ilk kelimelerinde yanında olmuş, acısı olduğunda onunla acılanmış, sevincini dünyalara değişmemiş bir anne. Gün gelir, insanlığın kötülüğü gündüz gece fark etmeksizin ortaya çıkar yine. Anne birkaç ev işini hallederken çocuk dışarıda koşturuyordur, kirazdan küpeleri kulaklarında, çiçekten tacı başından düşmesin diye bir eli yukarıda. Kötüler her daim temiz yürekleri bulur, nitekim şeytan hassas kalpleri incitmeye, temiz kalpleri yok etmeye inmiştir dünya topraklarına. Küçük bir taş parçasına ayağı takılır çocuğun, tacı düşer, kirazları yuvarlanır gider. Ağladı ağlayacak ayaklanır, gözleri tacını aramaya başlasa da yerlerde hiçbir ize rastlayamaz. Bakışlarını yukarı doğru çevirmesiyle farkında olmadığı kötüyle yüzleşir. Yüzünde yapmacık bir gülümsemeyle "Bunu mu arıyordun?" diye sorar, gördüğü kişi. Çocuğun istekli bakışlarından açıkça belli olan sorunun cevabını sezip ekler:

"Benimle gelirsen tacını geri alabilirsin."

Yaşamın saflığını her bulduğu fırsatta ezen o insanlıktan uzak kalpsizler, çocukların en paha biçilemez özellikleri -onlara göre zayıflıkları- masumiyeti kullanırlar.

Çocuk kötülüğün peşinden gider, bir hayat onun her adımında yavaş yavaş kaybolur. Ne zaman ki akşam olur, gün batar, haber eve ulaşır; o an atılan anne feryadı tesciller:

İncinen yürekler olur ancak sadece birkaçı paramparça ve biçaredir.. İnsan canından çok sevdiğini yitirince tükenir en çok, onu koruyamamak bir hançer gibi saplanır. Hançer belki çıkar lakin yarası asla dikiş tutmaz. Gün biter:

Bir aile hayatını kaybetti!

_

Herkes bir dalgaya kapılır hayatında elbet kurtulacağını düşündüğü. Kimileri dalgayı kıyıda otururken sever, kimileri ona karşı yüzmeye çalışırken yükselerek. Dalgaların isimleri değişse de özü aynıdır, herkes aynı hanenin konuğudur.

Ani vurur, insanları kızgın kumun üzerine atar sert olanları; inceden gıdıklar, heyecan katar hafif olanları. Bir de insanlar vardır, kapılmak yetmez onlara, dalgalarda dolanmak; süzülüp gitmek isterler. Bu sebeple en derinlere inmeyi ve hissetmeyi arzularlar, tenlerinin değdiği her noktada. Göz ardı ettikleriyse suyun merhametten yoksun olduğudur. Dalgalar onlarla olmak isteyeni vermezler, nitekim onlar haz ve tutkuları temsil etmekle beraber etkisi altına aldıklarını bağımlılıkların sembolüne, suya, hapsederler.

Denizin en dip noktalarında hazırlanır kutsal ana dek dalgaların “suları”. Her damardan ilerlenir, ciğerler doldurulur ilk önce; karın şişer veda yemeği mahiyetinde, nefesler birkaç baloncuğa, beden et yığınına dönüşür. Bir dalgada sürüklenmeye sonunda hazır olur insanlar, her türlü düşünce ve histen arınmış tek odağı önündekileri kendine katmak ya da ileriye itmek olacak şekilde...

Bazıları yaşanacakların her aşamasını bilse de atarlar kendilerini bu dipsiz kuyuya, suya sırtüstü uzanıp gökyüzünü izleyerek onları alıp götürecek dalgayı beklerler. En tuzlu su dahi tatlı gelir insana! Yapılması yalnız başkalarına acı getirecek eylemler, yapanı darlamaz.

Elbet bir gün herkes dileğine kavuşur, derinleri mesken bilenler yerlerine ulaşır.

Oysa esas olan uçlarda değil, sınırında yaşamaktır.

Herkes veda etti, sözcükler hayatını kaybetti...