İçerisinde yaşamış olduğumuz dönemlerle ilgili, zaman zaman birtakım isimlendirmeler yapılıyor. Uzay çağı, bilgi çağı, teknoloji çağı, iletişim çağı, internet çağı, vb. isimlendirmeler... Bunlar kısmen doğru olarak kabul edilse bile, tüm dünyayı kapsayıcı bir isimlendirme olmadığı, aklı başında, biraz düşünen, dünyayı tanıyan, bütün insanlarca malumdur. Son 70 yıl için, dünya insanlığının içerisinde bulunmuş olduğu durum ve yaşamış olduğu hadiseler de göz önünde bulundurularak, daha kapsayıcı bir isim koyacak olsaydık; galiba bu tezatlar çağı veya ilizyonlar çağı olurdu.
Dün, 10 Aralık, "Dünya İnsan Hakları" günüydü. Güya, güya diyorum çünkü aradan geçen 71 yılda, bu günü "Dünya İnsan Hakları" günü yapan bildirgenin altına imza atan devletlerin, insan hakları ihlallerini alt alta yazıp, maddeleyecek olsak...!!! Anladınız siz onu.
"Dünya İnsan Hakları Günü" 10 aralık 1948'de, "İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi"nin, Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda kabul edildiği gün de kutlanmaya başlanmış. Birleşmiş Milletler, tüm devlet ve sivil toplum organizasyonlarını davet etmiş olduğu kurulda, yapılan oylamayla 10 Aralık tarihini "Dünya İnsan Hakları Günü" olarak kabul etmiştir. İnsan Hakları, bireylerin, salt insan olmakla kazandıkları haklardır. İnsanların, insan olarak taşıdıkları değerin; sömürü, baskı, kıyım, katliam, soykırım ve her türlü doğal güç karşısında korunması ilkesine dayanır. Tanım ve sınırları konusunda tam bir anlaşma sağlanamasa da, Birleşmiş Milletler'e üye ülkeler, temel bazı varsayımlar üzerinde anlaşırlar. Bu, işin kulağa hoş gelen tarafı.
İkinci Dünya Savaşı'nın sonunda imzalanan bu anlaşma, aradan geçen 71 yılda, anlaşmanın altına imza atan devletler tarafından veya bu devletlerin organik yada inorganik ilişkileri olan örgütler/terör örgütleri tarafından, defalarca ihlal edildiğini insanlık gördü, yaşadı, görmeye ve yaşamaya devam ediyor.
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'nin 1. Maddesi; "Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler. Birbirlerine karşı, kardeşlik zihniyeti ile hareket etmelidirler." Herkes için geçerli olması gereken temel hak, böyle tarif ediliyor. Ancak kağıt üzerinde ifade edilen ve imzalanan bu anlaşmalar, 71 yıldır sadece kağıt üzerinde kalmaya devam ediyor. Zira dünya halkları eşitler ve en eşitler olarak ikiye ayrılmış durumda. "En eşit" olarak kendini gören 5 ülke, veto yetkisine sahip olduğundan dolayı, kendi yapmış oldukları katliamları ve soykırımları, insan hakları ihlallerini, gündeme getirmeyerek, gelse bile veto etmek suretiyle, bir anlamda kendilerini aklayıp, temize çıkarıyorlar. Birleşmiş Milletler haklıların güçlü olduğu bir yapı değil, maalesef; güçlülerin haklı olduğu bir yapı olarak kurulup varlığını sürdürdüğünden dolayı, 10 Aralık'ta 1948'de imzalanan "İnsan Hakları Sözleşmesi" insanlara haklarını vermede yetersiz kaldı.
Sözleşmenin 4. maddesi; "Hiç kimse kölelik veya kulluk altında bulundurulamaz. Kölelik ve köle ticareti her türlü şekliyle yasaktır." derken; özellikle Siyonist Yahudi ve Evanjelist Hristiyanların işbirliği içerisinde iktidar olduğu ABD ve İngiltere, dünyanın birçok ülkesindeki insanları köleleştirme ve bir anlamda köle ticaretini modern zamanlarda da sürdürme anlayışını devam ettiriyor. Afrikalı insanların, Avrupalılar tarafından köleleştirilip gerek Avrupa'da, gerek de keşiften sonra Amerika kıtası'nda hürriyetlerinden yoksun bırakılarak sömürülmesi, bu ülkelere başlı başına ayıp olarak yeter. Bunun yanı sıra, uzak doğu ülkelerinden kadınların köleleştirilerek, cinsel şiddet ve sömürüye maruz bırakılması, yine bu ülkelerin karnesinde utanç olarak yeter. Amerika ve Avrupa'nın güdümünde olan bir takım Körfez ülkelerinde, zorla çalıştırma, fuhşa zorlama, borçlandırarak köleleştirme gibi hadiselerin hâlâ 2019'da da gündeme geliyor olması çelişkiyi ayan beyan ortaya koyuyor.
Uluslararası Çalışma Örgütünün (ILO) yapmış olduğu bir araştırmada, ABD'nin işgal etmiş olduğu Irak, Afganistan, Libya gibi veya Fransa, İngiltere gibi Avrupa ülkelerinin işgal ettiği çeşitli Afrika ülkelerinde, köleliğin, insan gücünün sömürülmesinin artarak devam ettiği ifade ediliyor. Bu raporun en çarpıcı tarafı, Almanya ve İngiltere'nin, Afrika veya Uzakdoğu kökenli insanların karın tokluğuna köle gibi çalıştırıldığı, kullanıldığı, cinsel istismara uğradığı, ülkeler arasında ilk iki sırada olmasıdır. Çocuk işçiler konusu, bütün dünyanın ayıbı olarak başlı başına ayrı bir sömürge alanı...
Yine sözleşmenin 5. maddesi; "Hiç kimse işkenceye, zalimane, gayri insani, haysiyet kırıcı cezalara veya muamelelere tabi tutulamaz." der... Ancak Afganistan, Irak, Suriye, Mısır, Libya, (Arap baharının yaşanmış olduğu bütün ülkelerde) Arakan, Patani, Myanmar, Doğu Türkistan, Afrika'da Liberya, Orta Afrika Cumhuriyeti, Somali, Etiyopya, Burundi gibi ülkelerde, ülkeleri sömüren hakim güçlerin ve hakim güçlerin kullanmış olduğu maşa örgütlerin 5. maddeyi her türlü ihlal ettiğini artık saklayamıyorlar. Zira mızrak çuvala sığmıyor. Mısır'da, Sisi darbesinden sonra devlet eliyle, Müslümanlara uygulanan işkencelerin ayyuka çıktığı bir dönemde maalesef dünya Mısır'a kör ve sağır kaldı. Tıpkı, Çin tarafından sistematik soykırım yapılan Doğu Türkistan'a kör, sağır, lâl kaldığı gibi...
Sözleşmenin 14. maddesinde ifade edilen; "Herkes, zulüm karşısında başka memleketlerden mülteci olarak kabulü talep etmek ve memleketler tarafından mülteci muamelesi görmek hakkını haizdir." maddesi uygulamada tüm dünyanın sınıfta kaldığı maddelerden bir tanesi. Akdeniz'de biten hayatlar, karaya vuran cesetler, işkencelerle sınır dışı edilmeler, mültecilere reva görülen şiddet ve muameleler bu maddenin de açıktan ihlal edildiğini gözler önüne seriyor. Maalesef, her geçen gün dünyanın neredeyse tüm coğrafyalarında da mülteci sayısı artarak devam ediyor.
Dünyanın neresine bakarsak bakalım, 71 yıl önce imza altına alınan kağıt üzerinde garanti edilen hakların, zalim güçlüler tarafından ihlal edildiği gerçeğiyle karşı karşıya kalıyoruz. Çünkü insanı sadece biyolojik maddi bir varlık olarak gören zihniyet, insana, insan olarak saygı gösteremez. İnsan Haklarının, ihlal edilmemesi için, manevi motivasyonlar ve inanç seviyesinde kabullenmeler söz konusu olmalıdır. (Müslümanların 1300 yıllık tarihinde ve "Osmanlı" örneği özelinde olduğu gibi) Haçlı batı medeniyeti, makyajlanarak humanist gibi pazarlanmaya çalışılsa da; özünde, manevi bir motivasyon ve inanç olmadığından dolayı, yasalar yoluyla gizlenmeye çalışılan, Avrupa'nın barbar, vahşi, sömürgeci yüzüdür. Bir anlamda, ölmüş olan bir zihniyetin sempatik gözükmesi için, makyajlanarak insanlığa tekrar servis edilmesidir. Batı zihniyeti özünde, egoisttir, bencildir, menfaatçidir. İmza altına almış olduğu anlaşmalarda, "insan" olarak tanımlamış olduğu, sadece kendisidir. Kabul ettiği ve savunulacak haklarda, sadece kendi çıkarları, menfaatleridir.
Avrupa'lı liderler, bu günle alakalı beylik laflar edecek, yine insan hakları ve demokrasi havarisi kesilecekler. Yine, diğer milletlerin gözündeki saman çöpünü gündeme taşıyıp, kendi gözlerindeki merteği görmeyecekler. Halbuki bugün manevi anlamda bütün insanları eşit olarak görüp, insanlara insan olarak değer veren tek manevi motivasyon ve inanç İslam'dır. İslam'ın bu anlayışı Yunus Emre'nin; "Yetmiş iki millete bir gözle bakmayan, sözde evliya olsa da hakikatte âsidir." mısralarında dile getirilir. İslam kültüründen beslenen Müslüman düşünürlerin, şairlerin, sûfilerin görüş ve düşünceleri Avrupa'da ortaya atılan humanistik anlayıştan, fersah fersah ileridedir. Humanizm, insanları ezen zalim kiliseye karşı, insanın üstünlüğünü savunan bir anlayış temelinde şekillenmiştir. Bu anlayış, belli bir dönem sonra "ezen insan", "tanrı insan" fikrine evrilmiştir. Oysa ki; yine Yunus'un, "Yaratılanı severiz, yaratandan ötürü..." ifadesi, insanın insana bakışının en veciz biçimidir.
Dünya üzerinde açlık, yoksulluk ve sefalet, köle işçiler, çocuk işçiler, cinsel köle haline getirilmiş kadınlar, yurtlarından yuvalarından uzaklaştırılmış göçe zorlanmış mülteciler, açlıktan, yoksulluktan dolayı ölümler, temiz su içemediği için salgın hastalıktan ölenler, Mısır zindanlarında suçsuz yere işkence gören darbe mağdurları varken; hâlâ çağdaşlıktan, ilerlemecilikten, insan haklarından bahsetmek ve özellikle Batı dünyasının tüm bunlara gözünü kapayarak şimdiden çılgınca kutlanacak Noel hazırlıkları yapmaya başlaması, ölüye makyaj yapmaktan başka bir şey değildir.
Yaşamış olduğumuz bütün tezatlar insanoğlunun yeryüzünde adaleti ve hakkı hakim kılamasından kaynaklanmaktadır. Hangi ırktan, dinden olursak olalım, hangi dili konuşup, hangi ülkenin siyasal sınırları içerisinde yaşıyor olursak olalım, insan olarak tek amacımızın insanlığı yaşatmak olması lazım. Şeyh Edebâli'nin, Osmanlı İmparatorluğu'nun kurucusu Osman Gazi'ye söylemiş olduğu; "İnsanı yaşat ki; devlet yaşasın!" anlayışını, bugün "insanı hür, tok ve emniyet içinde yaşat ki; insanlık yaşasın!" anlayışına yükseltmemiz ve bu anlayışla mücadele vermemiz gerekir. Yoksa zalim Siyonist ve Kapitalist sistemin çarkları arasında bütün insanlar ezilmeye, yok olmaya, köleleştirmeye mahkum hale gelecektir. Felaketlerle yüzyüze kalmamak adına savunacağımız ve peşinde konuşacağımız yegane ilkenin "Adalet" olması gerekir. İnsanların sömürülmediği, insan haklarının ihlal edilmediği, her insanın can ve mal emniyeti içerisinde korkusuzca dinini yaşadığı, çocukların aç uyumadığı, insanların karnını doyurabilmek için insanlığından vazgeçmek zorunda kalmadığı, yeni bir dünya kurmak adına hepimiz sorumluyuz. Sorumluluğumuzu omuzlarımızda hissetmek, onun mücadelesini vermek zorundayız. Yoksa yarın çok geç olacak, son pişmanlık fayda vermeyecektir.