Yaşadığımız modern zamanlarda her türlü ahlâki ilkeleri ve toplumsal kuralları bir bariyer olarak algılayan; çalışmayan, üretmeyen sadece eğlenceye ve cinsel yaşama odaklanan hedonist yaşam tarzları, felsefi bir anlayış olarak ölümden kaçışüzerine kuruludur.
İnsan neden maddi hazza bu kadar müptela olur da insani değerleri hiçe sayar? Çünkü ölüm olgusu, onun hayatına yapıcı bir kuvvet olarak girememektedir. Zaten Batı uygarlığının temel kabullerinden biri de budur. Batı medeniyeti ölümün inkârı üzerine kuruludur. Eğer bu hayata ölüm ışık tutmuyorsa, bu hayatı aydınlatmıyorsa, bu hayat neyle aydınlatılır?
Din ve ölüm gerçeği, tarih boyunca bütün insanlığı meşgul etmiş bir konudur. İşte bu açıdan “ölüm ötesi” hayatın kelam, psikoloji ve felsefe disiplinleri yönünden ele alınıp değerlendirilmesi, günümüzün çağdaş toplumları açısından da büyük önem taşımaktadır. Çünkü ölüm sonrası yaşam, ölüm kaygısı ve dindarlık düzeyleri arasındaki ilişki, egzistansiyalist bir değer ifade etmektedir. Bu sebeple Kur’an’da önce ölümün sonra da hayatın zikredilmesi anlamlıdır. (67/Mülk 2)
Niçin önce hayat değil de ölüm başa alınmıştır?
Aslında hayata anlam katan, hayatı yaşanılır kılan ölüm duygusudur. Ölüm olgusunu içselleştiren bir birey, hayatını disipline eder, amaçlı yaşar. Ölüm, insan hayatına anlam katar, insanda sorumluluk duygusunu canlı tutmak suretiyle ahlâki gelişime büyük katkı sağlar.
İslam kültüründe ölüm olgusuna; sevgiliye kavuşma, ten kafesinden kurtuluş, mekân değiştirme, sırlanma, Hakk’a vuslat gibi anlamların verilmiş olması hem ölüm sendromunu yenmekle kalmamış, ölüm düşüncesinin insan psikolojisi üzerinde yıkıcı etkisini de asgari düzeye indirmiştir. Ayrıca ölüm ötesi hayata inanma, ‘Allah’a rağmenliği’ besleyen duyguların etkisinde gelişen negatif dünyevîleşmeyi aşmada insana yardımcı olur. Ebedîlik düşüncesinin buraya, şimdi’ye değil, “öte”ye ait olduğunu insan bilincinde sürekli yaşatır. Bu inanç, insan yaşamını altüst edecek acı ve ıstırapları, gönül huzuruna çevirir, insanı kendisiyle, çevresi ve toplumuyla barışık hale getirir. Güçlü âhiret inancı, yüce hedeflere ulaşmayı arzu eden insana, yaşama sevinci kazandırmakla kalmaz, hayatında karşılaşabileceği tüm olumsuzluklara karşı, direnme gücü verir.
Netice olarak, insanın varoluşsal güvenliği aşkın olana tutunmakla sağlanır. Bu da ancak insanın "kendini aşma”sıyla gerçekleşebilir. Kendini aşma, kendi benliğinin üstünde anlamlara yönelebilmek, öteyi aramak demektir. Bu kişiler için hayat "zafer" değil, "sefer"dir. Zaferi önemseyen insanlar, maddi olanın peşinden koşarlar. Seferi önemseyen insanlarsa manevi olanın, oluş ve tekâmülün peşinden koşarlar.
İnsanı insan kılan şey, yolda olduğunun bilincinde olması, hayatı bir bütünlük duygusuyla yaşaması, maddi olanı bütünüyle elinin tersiyle itmemesi, ama asıl olanın ruhun arayışı olduğunu fark etmesidir. İşte böyle bir kimse hayatın anlamını kavramış ve ona göre yaşamına yön vermiş olur.