Hepimizin aile büyüklerinden aldığı hayata dair tembihler vardır. O, büyüklerimizden yaşayanlara uzun ömürler, vefat etmiş olanlara rahmetler dileriz. Gerek yaşarken varlıklarıyla, gerekse gittikten sonra bize bıraktıkları veciz sözleriyle hep kılavuzumuz oldular.
Babam, yaklaşık doksan iki-doksan üç yaşlarında vefat etti. Nur içinde yatsın. “Haramın binası olmayacağına” dair fikirlerini benimle paylaşır ve ışık olurdu. Hırsızlığın sadece bir mal, para ya da benzeri bir nesneyi çalmak olmadığına dair cümleleri hep aklımdadır. “Yavrum, umut çalmak da hırsızlıktır ve hatta bir objeyi çalmaktan çok daha ağır bir vebali var.” derdi. Gençlik hatta “delikanlılık” yıllarımın bulanık idrakiyle “umut çalmak” çok da anlamlı gelmezdi bana. Doğrusu, üzerinde çok da kafa yormazdım. Bana göre; komşunun bağından erik çalmamak, arkadaşım Ali’nin kalemini aşırmamak, yolda bulduğum para ya da kıymetli bir şeye “bu benim” dememek yeter sanırdım. Gerçekten de hırsızlık denince aklımıza gelenler çoğunlukla bu veya benzeri şeyler değil midir? Yani, işin içinde mutlaka nesnel bir varlık yok mudur? Cebe katılacak, çantaya atılacak ya da ne bileyim; bir kuytuya saklanıp bir zaman sonra alınacak cinsten şeyler… Öğüde sadıktım. Emin olun hiç yapmadım ve yapılmasına da göz yummak gibi bir vebal-e de hissedar olmamaya çalıştım. Ha, bu “göz yummama” işi, başıma az da iş açmadı biliyorum. Kaç kez, “suç duyurusu” reklamıyla meşhurlar arasında yerimi aldığım oldu. Hep bir gölge dolandı -benim olmayıp ama benimki kadar yakın mesafeli olanından- ardım sıra. “Bir tökezlese, bir ayağı sürçse de canına okusam!” niyetiyle takiplere de maruz kaldığım az olmadı. Yok, yok! Bunu şikâyet olsun diye de söylemiyorum. Her şeyin bir bedeli muhakkak vardır ya, sadece herkes gibi o bedeli ödediğimi söylemek istiyorum. Yoksa “şüphe” gibi bir değerli yaklaşımı eleştirmek niyetinde değilim. Herkes kadar da dersem fazla abartılı olabilir ama kendimce; karınca misali, kendi kararımca hırsızlığa ve haksızlığa karşı durmaya çalıştım. Aldığım öğüt bunu gerektiyordu ve ben de işin ruhuna uygun biz pozisyon aldım; o kadar! Hepimiz gibi, bu hâl ve gidişin bir kefaretiydi ödediklerim ve “icra takibine” maruz kalmadan da ödedim. Pişman olmaya zaman bulamadım ve asla pişmanlık duymayı da aklımdan geçirmedim. Aldığım öğütlerin “kitabi” olduğuna dair itikadım tamdı. Öyle ise hayıflanmak eksiklik olurdu.
Ne zaman ki “umut çalma”nın en büyük haksızlık, en büyük hırsızlık olduğunu fark ettim!.. İşte, o zaman ömrümün haramilikle geçtiğini anladım… tövbe-istiğfar’ın; günahlardan arınmaya, vebalden kurtulmaya kifayet etmeyeceği ve hatta bu ve benzeri şekilde hayal ettiklerime dair hiçbir şeye yetmeyeceği kanaatine ulaştım. Derdine ortak olmayı vaat ettiğim insanın bana bel bağlamışlığının, sevincine katkımın olacağını söylediğimin düşlerinin, ruhundaki boşluğu doldurmaya gücümün yettiğini ifade ettiğimin, yarasına merhem hazırlamakta olup; sürüp-iyileştireceğimi ifade etmekte bir sakınca görmediğimin “belki de şimdi yapar” ümidine mahkum ettiğimin… aldığım ve çaldığım düşlerinin; yaptığım ve yapmış olmaktan çok büyük bir hicap duyduğum “hırsızlık” olduğunu gördüm… Hırsızlığın, o “delikanlı bulanıklıkta” gördüğümden ibaret olmadığını anlamıştım ama…
Bu bir kusurun arkasından özür dilemek değil. Hatta bu bana ait bir kusur da değil belki ama insana ait bir “günah”. İnsanlık bu tür günahla, bilerek ya da bilmeyerek çok sık karşılaşır…
“Umudu” çalmayın!
“Umuda” kıymayın beyler!..