O TÜRKÜYÜ ÇIĞIRMAM-2

Hakan Bahçeci

Geçen Haftadan devamla;

Ellerini arkaya atıp sıraların arasında dolaşıyor adam ve “duymadınız mı benim geldiğimi, taverna mı burası, ben bildiğiniz müdürlere benzemem tam disiplin isterim, kızım da bu sınıfta okuyacak ona göre” deyip inliyor ve devam ediyor konuşmaya. Müdür ne konuşuyor, nelerden bahsediyor duymuyor bizim türkücü. Hapsine düştüğü yeşil gözlerin ışıltısına kapılıp gidiyor.

Müdür, kızını bu sınıfın yeni öğrencisi ve “muhtemelen” örnek öğrencisi olarak tanıtıyor. Ders hocası önü ilikli biraz mahcup lakin yaptığından emin halde kıza hoş geldin diyerek ona bir yer arıyor. Bizim türkücünün ön sırası boş, eliyle işaret edince kız gelip oraya oturuyor. Dalgalı saçları bizim türkücünün önüne dökülüyor, bir çift yeşil gözün söylediği onca türküyü alıp kendinde saklaması hak mıdır ah!

Böyle dalıp gitmişken bizim delikanlı, müdür daha çıkar çıkmaz, o yeşil gözlü kız dönüp geriye “kimdi o türkü söyleyen, nasıl bir sestir ah çok hoş” deyip gülümsedi. Öyle bir gülümsedi ki bizim çocuk gülüşünü sevdi… Yandaki arkadaş “tam kendisi işte” diyecekti ki sıranın altından türkücünün tekmesini yiyince acıdan sesi kesildi.

O günden sonra hepten susuyor bizim delikanlı. Söylemiyor hiçbir türkü sınıfta, koridorda zaten müdür de kızıyor. Aklında varsa yoksa o yeşil gözlerin sahibinin sınıfa girdiği an… İçine düşen bu ateş neden bu kadar yakıyor, neden her gözünü kapattığında o yeşil gözleri görüyor ve neden tüm türküleri sadece ona söylemek istiyor. Yoksa şimdiye dek onca bozlakta, onca uzun havada, onca türküde ozanların bahsini ettiği his bu mudur? Eğer buysa az bile demiş şairler, az bile söylemiş türküler.

Bizim türkücü içine düştüğü bu hisse bir isim bulmakta zorlanıyor, hoş isim de aramıyor zaten. Okulun en üst katındaki yatakhanesinden erkenden iniyor ve kızın geleceği vakti beklemeye başlıyor. Müdür arabasıyla okulun önüne gelip kızın arabadan inişi ile uçuyor kuşlar içinde, bahar oluyor ve sanki güneş gelip kalbinin tam üstünde duruyor.

                Sırasına oturuyor ve her sabah kızın sınıfa girişini izliyor. Kızın sınıfa girdiği an çiçeklerin açtığı an, gelip delikanlının önüne oturuyor ve her sabah “günaydın, sesi güzel” diyor. Ona böyle hitap etmesi delikanlının duyduğu en güzel türkü kadar güzel geliyor. Bestesi de güftesi de yanık bir türkü kadar dokunuyor… Delikanlı kimi zaman ince bir uzun hava çekiyor, içli bir türkü asılıyor teneffüslerde, sanki kendi kendine söylermiş gibi. Kız dönünce utanıp susuyor. Oysa türkülerin hepsini kıza söylemek istiyor.

                Onun bu halini görenler şaşkın ve meraklı. Ne oldu çocuğa, yemekten içmekten kesildi. Türkü söylemez oldu, bu son sınıf hiç alışamadığı yerden kurtulacak bitiyor olduğu halde bu garip hal nedir? Bilemediler onun aşk denen bir nar-ı ateşe düştüğünü.

                Bizim delikanlı gün geçtikçe ötelerin kara sevda dediği dehlize düştüğünü fark edemedi. Tek bildiği kurduğu tüm hayallerin içinde uzaktan uzağa sevdiği kızın olmasıydı. En büyük hayali de kendi düğünlerinde babasının çaldığı bağlama eşliğinde sevdiği o yeşil gözlere bakarak bir türkü çığırmaktı. E zaten bir türkücü başka nasıl hayal kurabilirdi ki?

                Cesaret denen his şimdi lazım işte… Tamam ölümüne seviyor, rüyasında görüyor, tüm şarkılarını ona söylemek istiyor da bu hali ona nasıl söylemeli, nasıl haberdar etmeli nasıl ikna etmeli? Bizim türkücü öyle bir şey yapmalı öyle bir şey söylemeli ki o an tüm hayatları boyunca unutulmasın ve o an o kız “evet” demekten başka bir cevap bulamasın.

                Uykusuz geçirdi kaç geceyi, yarım kaldı içtiği çaylar, derslerin tüm konusu o yeşil gözün sahibi oldu. Öyle bir şey yapmalı ki mıh gibi çakılı kalmalı kızın kalbinde. Aslında yapılacak belliydi; madem sesin yanık, madem kız zaten seviyor türkü dinlemeyi gözlerinin içine bakarak patlat bir türkü ve bitince, bak gözlerinin içine “senin içindi” de. Evet, işte yapılacak şey buydu.

                Kafasında o anın binlerce kez kurgusunu yaşadı. Her defasında heyecandan eli titredi ve o anın oluşturduğu heyecan ile dolup taştı. Okulun son günü, son türküm bu olsun diyerek tahtaya çıkacak, elini kalbinin üzerine koyacak, bildiği en güzel uzun havadan başlayıp bir güzelleme okuyacak. Bitince kızın gözlerine bakacak ve ona doğru yürürken “senin içindi” diyecek.

                Günler hızla geçip okulun sonu yaklaşınca bizim türkücüde heyecan arttı bir haylice. Kız ısrarla “bir türkü söyle de dinleyelim” dediyse de sırası var deyip geçiştirdi hafifçe. O gün gelip çattı nitekim, dersler boş geçiyor karneler alınacak ve lise sonlanacak. Ders edebiyat, bir tatlı muhabbet sürüp gidiyor sınıfta. Gülüşmeler, takılmalar ve hocanın nasihatleri… Bir yerinde sohbetin hoca dönüp bizimkine “e artık son bir türkü söyle bize” deyince işte gelmişti hayal edilen o vakit gizlice.

                Bizim türkücü yaşadığı o hayali gerçekleştirecekti işte. Tüm heyecanını içine çektiği nefesle bastırıp cesaretini toplayıp çıktı tahtaya. Kızla göz göze geldiler, yine o gülümseme yine o yeşil gözlerin derini. Hayal ettiği gibi işte her şey; kızla göz göze sınıf karşısında, eli kalbinin üzerinde türküyü söyleyecek ve aşkını ilan edecek. Derin bir nefes çekti, başladı uzun havaya… Hışımla açılan kapı ve müdürün o sesi “yine mi sen ne işin var tahtada” yetmezmiş gibi bizim türkücünün kulağını büküp fırlattı kapıya…