Çocuğum daha, beş mi yaşım altı mı, aklım ermeye başladı mı? Akıl nasıl erer hem, bunca aklı eren var da dünyada akıllı iş yapan kaç kişi var Allah aşkına! Uzağa gitti dediler leylekler için, uzak ne kadardır bilmeyen ben leyleklerin gelmesini ne kadar beklemeliyim nasıl bileceğim?
Çocuğum daha ve bir köy odasındayım, babam ve annem şehirdeler, şehrin büyük bir yer olduğunu düşlüyorum ama köy benim için çok daha yüce, dedem var hem iki tane, ninem var onlar da iki tane, iki kocaman ev, bahçeleri var kocaman, birinde ceviz yiyorum diğerinde badem, birinde menekşe kokuyor, birinde krizantem. Varsın şehir büyük olursa olsun, köydeyim ve daha şehir için küçücüğüm zaten.
Yağmur yağıyordu gece, duydum sesini, toprak damın, ağaçların ve taşlı yolların çıkardığı ses ve haminnemin başımda ettiği dua… Geceydi, sobada yanan odunların aleviyle aydınlanıyordu oda. Her alevin gölgesiyle dalıp gidiyordum uçsuz bucaksız ovalara ve ne maceralar yaşıyordum hayalimdeki kahramanlarla.
Haminnemin sesiyle uyanıyorum, yumuşacık sesiyle, başımda mı beklemiş tüm gece bembeyaz başörtüsüyle. Dedem abdest alıyor, ezan geliyor aklıma onu böyle görünce. Ne alışığım ve ne aşığım bu sabah dinginliğine. Telaş yok, koşuşturmaca yok odun ateşinin havada bıraktığı o nihavent koku, dudaklarında sabah duaları, lavanta temizliğinde yün yorganım ve bana bakınca tebessüm eden o iki çift göz…
Aklıma gelen ezan, şimdi odanın içinde, hiç dinmeyen ve susmayan bu ses şu an benimle an sonrası başka bir çocukla olacak, böyle öğretmişti dedem, neden böyle olduğunu yıllar sonra coğrafya dersinde öğrenecek olan ben şimdi taş duvarlar, kerpiç boyalar ve ahşap kapılarla birlikte dinlemekten büyük bir haz alıyorum. Dedem evden çıkıyor, önünde oynamaktan büyük mutlu olduğum kapı aynı gıcırtıyı çıkararak açıldı, kilidi cebine aldı dedem, sokağı dönünceye kadar yürüdüm sanki ben de yanında sahi beni neden götürmedi bu defa?
Haminnem, elini götürdü anlıma, “şükür” dedi usulca. Yanı başımda bakır tas ve ıslak bir havlu, ıhlamur içmişim, limon kesilmiş yanına. Ateşlenmişim anlaşılan, gördüğüm onca rüya ve elimi tutan dedem, başımda haminnem beklemiş sabaha kadar akşamdan. Haminnem öptü yanağımdan, okşadı başımı, Paşam dedi Rabbim bağışladı.
Namaza kalktı haminnem, abdestini tazeledi, beyaz bir örtü aldı, üzerinde toprak yeşili bir pazen, ne zamandır duramıyor ayakta uzunca, kıldı oturduğu yerde namazını usulca. Döndüm ben tekrar, geceden kurduğum hayal dünyama. Ateş mi kalmamış sobada, alevlenmiyor ve hiç gölge düşmüyor duvara. Bıraktım oyunu seyre daldım onu.
Şimdi derin bir sessizlik, içine dönük bir ev, torununa dua eden yaşlı bir kadın, evine yürüyen büyük bir adam ve bu dinginliğe âşık Paşam. Sessizliği bozan tek şey tik tak tik tak sesi saatin. Aynı hızla, ne yavaş ne aceleci, tik tak tik tak… Haminnem demişti o da zikrediyor Rabbini. Bir ben varım şimdi, bir oda, bir ev ve bir tarih, bir de saatin sesi. Tam da bu an, koskoca dünyanın küçücük bir köşesinde, saklı kalmış, benden başka kimsenin bilmediği bu yerde, zaman geçip gidiyor ve aslında içimizde. Benim burada olduğumu bilmeyen dünya ne küçük oysa benim dünyam karşısında, içinde yaşadığım dünya ne küçülüyor saatimin yanında.
Dalıp gitmişken ben saatin tik tak atışlarıyla, açıldı kapı usulca. Görünce beni ayakta, dedem sevindi doyasıya. Eliyle işaret etti yat biraz daha. Haminnem kapattı Kitabı, Paşam gözlerini kapadı, saatin sesiyle tekrar uykuya daldı.
Ne kadar geçti zaman bilmeden, uyandırdı dedem gülümsedi yeniden. Odayı dolduran o koku, ne çok özleyeceğim ve ne çok arayacağım o koku; meşe kömürünün közleri alınmış eski bir mangala, maşanın üzerine konmuş yufka, hafif yanmış ya kenarları, tereyağı da sürünce, çay da demlenince iyice, saatin tik tak sesleri kalır mı geriye?