Gülümsemenden hayat fışkırıyordu. Sana öylece uzaktan bakıyordum. Yanına gelemiyor, uzağa da gidemiyordum. Sana bakarken kalbim genişliyor, sana çokça baktığım belli olmasın diye başka yerlere bakarken kalbimi dinliyor, hele ki sana sarılacak yakınlığa geldiğimde -gerçekten- kalbim duruyordu.Geçen mektubumda da yazmıştım: Durur gibi oluyordu da durmuyordu kalbim. Kalbim durmuyor ancak hiçbir şekilde izah edemeyeceğim bir hazzı, yoğun, ruhundan ruhuma akan, tadıyla sarhoş eden bir balı tadar gibi nefesim kesilerek yaşıyordum. Oradaydın; uzansam sarılabilirdim, sarılamıyordum. Bütün bedenim, duygularım, bakışım, her halim hissediş olmuştu. Ağır ağır, hiçbir direnme göstermeden, denizin dibine doğru iniyor gibiydim. Nefes alsam boğulacaktım, nefes almıyordum. Canım bedenimden çıkıp gitmişti. Yok, hayır, üzerindeki ağır yüke, yoğun hazza rağmen kalbim hala canlıydı ancak neşeden, mutluluktan, vurgundan patlayacak gibiydi de. Sırtın dönüktü. Kalbin kalbimde atıyordu. Ne konuşmuşsak, hangi sözü vermişsek, ne güzel susmuşsak, hepsi o gün, o an olmuştu. Sonra bana doğru döndün. Dönmemiş olsaydın orada o halde kalacaktım çünkü. Döndün, gülümsedin, gülümsemenden hayat fışkırıyor, gülümsemenden “keten kuşları” uçuyordu. Birbirimize bakıyor, susuyor, “Göklere açılan birer güvercinlikti, gözlerinden yüreğin.” diyorduk. Söz yoktu; söz hapsetmek, söz denizi şişeye doldurmaya çalışmak olurdu. Susmuş ve söylemiştik: Seni seviyorum.
Bu da gerçek ve kuşkuya yer bırakmayacak kadar açık seçik bir durumdu. Gözlerine baktım, “gözlerim gerçeğe bağlanmış” gibiydi. Sana bakıyordum ve asla yalan söylemeyecek biri olduğunu, o an sana kalan bütün ömrümde güvenebileceğimi biliyordum.
Saatler sonra, dilim çözüldüğünde tek kelimelik bir cümle kurmuştum: “Dağlım!”
İçimize boca ettiğimiz tebessümü, özlemi, cümleleri, özgürlüğü, ovaları, nehirleri, denizleri, çiçekleri, dağları ve yolları anlatamayacağımızı bildiğimizden; özledikçe, seni seviyorum demek istedikçe türkü söylüyorduk. Aynı masalın içinde; türkü, ziynetin olan zarafetin, masumluğun ve iyiliğin cümleleri, nergis çiçeği, mektup, Nisan yağmuru ve ruhunun sevecenliğini gösteren bakışların vardı. Aynı masalın içinde en çok da şükür vardı.
Kavramaya çalışmaktansa yürüyerek, alışkanlıklara sarılmaktansa akışına bırakarak, “birbirimizden korkmadan, korku duymadan, yumuşak bir şekilde çekinerek” sevdik. İyi de yaptık! Kendini seven, bir başkasını ve insanlığı da severdi. “Sözcüklerin olmadığı ruhsal alanda” olmuştu ne olmuşsa ve biz ruhumuza sadık kalıyorduk.
Seni gülümsetmek için yüzünden öptüğüm zaman, sevdiğim, sabah aydınlığında gökten akan neşenin ve yaz rüzgarının vücuduma getirdiği hazzın ne olduğunu hakkıyla anlıyorum; “Seni gülümsetmek için yüzünden öptüğüm zaman…”. Sanki bazen bütün şairler seni, sanki bütün şairler bizi yazmış. Şair olursam sebebi sensin Dağlım.
Güzeldin. Bazen uzun uzun yüzüne baktığımı gördüğünde, “sanki bu kadar güzel olmaktan utanır gibi, bir parça kızarır” başını eğerdin. Ve ben her seferinde, seni ilk kez görmüşçesine duygulu iç çekişimle yakalardım kendimi.
Sonra gittin. Ancak biliyordum, sonbaharda rüzgarın alıp uzaklara götürdüğünü ilkbahar geri getirecekti. İlkbaharın zamanını bilmiyorduk, bilemezdik, beklemek düşmüştü, seven hakikat yurduna inanarak dua eder, sever ve beklerdi.
Soruyorlar, nasıl sevdin? Yazdıklarımı boş verin diyorum, yazdıklarım ancak bir dağı gösterir, dağın kendisi değildir. Soruyorlar, nasıl sevdin? “Bunu rüzgara, yıldızlara, hayatı var eden Allah’a sormak lazım diyorum. Çünkü bunu bilse bilse ancak Allah bilir.” diyorum.
Mutluluğunu teşekkür sayıyorum, ben mutluyum!
Adın yaşamak sevinci bana, adın Dağlım. Neylersin gönlünü gönlümle aynı hizaya yazmışlar.