İnsan, doğduğu andan itibaren ölümünü de getirir bu dünyaya. Ölüm vaktinin ve şeklinin nasıl olacağı konusunda net olarak kimsenin elinde herhangi bir bulgu ve ipucu yoktur. Her doğum ölümünü de doğurmuştur ve ölüm takdirin çizgisinden çıkamayacaktır.
Ölüme olan inanç ve iman bağı, kişinin hayata olan bakış açısını da etkilemektedir. Müslümanlar için ise durum daha da farklıdır. Çünkü Müslüman, ölümün varlığına inanç sisteminden dolayı inanır ve ona başka bir anlam yükler. Diğer taraftan “ölümün” bir başka hayatın başlangıcı olduğunu idrak eder ve bu hayatın asıl olduğuna iman eder. Yani ölüm Ahret hayatının bir şekliyle kapısıdır. İşte bu yüzden bu hayat geçici ve öteki dünya için bir hazırlanma fırsatıdır.
Kişi, ölümün her an geleceğini bilir. Her ne kadar ölümü hatırlamak ve hazırlanmak için gerekli çabayı göstermede ağır kalsa da bu gerçeği anımsamak için pek çok vesile ile karşı karşıya kalır. Bazen ölüme, bile bile gidilir, Çanakkale Savaşında arkadaşının canını verdiğini gören asker belki dakikalar sonra kendi hayatını da vermesi gerektiğine yürekten inanmaktaydı. Ancak böyle bir savaşta ölmenin kişiye kazandıracağı büyük nimetler ölüme, içselleştirilen bir bahane olmaktadır. Bununla birlikte kendi ölümünden dolayı geride kalanların bela ve esaretten kurtulacağı kanaati ölümün sebebine bağlı kalmayı arttırmaktadır.
“Kim için ölünebilir, ne uğruna candan vazgeçilebilir” sorusu eğer Asrı Saadet döneminde, yani İslam Peygamberinin ashabı ile yaşadığı bir zaman aralığında sorulsaydı, ashabın tamamı Peygamber için öleceğini söylerdi. “Anam babam sana feda olsun” ifadesi “canımdan çok seviyorum” bağlılığı ölüme yüklenen anlam vesilesi iledir.
Sonraki dönemler aslında pek de farklı olmayan sebeplere bağlı olarak bir şekilde ölümün sebebini Peygamber sevgisine ve O’nun ilkelerine bağlamak ihtiyacı hissetmişlerdir. Çünkü ölümü değerli kılan uğrunda ölünen değerdir.
Kimi kutsal değerler için kişi canını vermekten çekinmeyeceğini kabul eder. Vatan, din, namus gibi korunması da kutsal addedilen değerler için ölmek göz kırpmadan yerine getirilecek bir görevdir.
Ölüm zaten gelecekse bu ölümü değerli kılmaya çalışmak, bu ölümden dolayı ecir ve kazanç sağlamaya çabalamak ölüm korkusunu yenmek için büyük bir destek olacaktır. Bunu sağlamanın en iyi yolu da hayatın kendisini ulvi ve yüksek ideallerle donatmaktan geçer.
Peki, ortalama bir iyilik tarifi nedir? Kişi insan olarak iyi ve güzel ahlaklı olur, helal ve dürüst bir kazanç temin eder, inandıklarını azami ölçüde yaşamaya çalışır, kötülüklerden uzak durup, ilkeli, hedefi belli, istikrarlı, çizgisi belli bir hayat yaşamaktır. İşte bu yüzden İslam Tarihinin ibretle dolu olaylarından Uhut Savaşında Hz. Ömer Müşriklere, Müslümanların ölüleri ile müşriklerin ölüleri arasındaki farkı anlatırken kazançlı olmanın imandan ve bu iman sonucu cennetlik olmakla sonuçlanacağı vurgusunu yapıyordu.
Günümüzde görevi başında, evine ekmek götürebilmek için çabalayan bir güvenlik görevlisi kurulan bir hain pusu, acemi bir saldırı sonucu hayatını kaybettiğinde Onun ölümü de kıymetlenmiş olmalı. Birilerinin bu topraklar üzerinde sinsice ve çıkarları üzerine kurduğu planlar işleyecek diye kurban seçilenler en azından kimin için ölünmeyeceğini ve ölünmemesi gerektiğini yine ölümleri ile anlatmış olacaklar.
“Neyin uğruna ölümü göze alırım” sualinin cevabı en çok Müslüman’da anlam ve derinlik kazanır. Lakin hangi Müslüman hangi uğurda can vereceği konusunda hep isabet edebilir mi?