BİZ’e bir hâl olmuş. Tabii bunu derken şunu belirtmekte yarar var o eski BİZ zamanında yaşamadık bizler. Fakat,okuduk duyduk ve inandık. Bizim hikayemiz tıpkı sapsağlam bir insanın bir anda bir sabah uyandığında önce ayak parmaklarını, sonra ayağını, zamanla bacağını zamanla belaltını hissetmemesi gibi. Gözlerimiz bile kapanmış ya da kapatılmış bir şekilde. Ama öldürmemişler. Sanki birileri arkalarına yaslanıp bizim bu “hasta” hâlimizden keyif duymuş. İstanbul’un gerçek sahipleri olduklarını iddia edenler ve “İstanbul, Türklere bırakılmayacak kadar önemli bir şehirdir!” diyenler BİZim İstanbulumuzda BİZim boğazlarımıza(!) doğru keyif içkilerini içmişler bizim bu hâlimizi gördükçe. Sonra BİZsiz yepyeni bir coğrafya çizmeye çalışmışlar. Yeni bir yüzyıl inşa etmeye kalkışmışlar ancak BİZsiz. Ve bunu da başarmışlar. Kendilerince tesbihin imamesini koparmışlardı, tesbihin geri kalanı artık kolay dağılırdı. Bir aslanın postundan kırk tilkiye kürk yapmaya çalıştılar sonra…
BİZ ise o “klas duruş”umuzu bir kenara bırakıp, geçmişimizle övünüp yıllarca geleceğimizi yemişiz. Birkaç kez deneyip de ayak parmaklarımızı bile oynatmayı başaramayınca kendimize inancımız kalmamış. Geçmişiz koşmayı, yürümeyi ayak parmaklarımızı bile oynamaya teşebbüs etmemiş kendi kabuğumuzda evimizin perdelerini çekip mutlu mutlu yaşamaya çalışmışız ve bir “nemelazımcılık” hâsıl olmuş üzerimize…
O perdeleri kapalı bir evde gayrısını düşünmeden mutlu mutlu yaşamayı bile kendimize yedirmişiz. “Olsun,en azından evimiz var.” Demiş “küçük olsun benim olsun” mantığını kafamıza iyice yerleştirmişiz. Ancak, o perdeleri kapalı evimizin bile her odası kullanılmaya izin verilmemiş. Ya da aynı evin çatısı altında kaldığımız hatta yan odadaki kardeşten daha kardeşlerimizi “yabancı” ve “tehlikeli” olarak yutturmuşlar.
Sonra, büyük düşünmeyi; özne olmayı; aktif olmayı unutmuşuz. Ya da kural gereği kullanmaya kullanmaya o yeteneklerimiz körelmiş. Nesne olmayı, edilgen ve durağan bir yapıda olmayı pekâlâ kendimize yedirmişiz, bunu kabul etmişiz. Aktör olma ya da “oyun kurma” işlevlerimizi de zamanla unutmuşuz.
Satrançta bir taş olduğuna bakmadan şah ya da vezir olmayı kabul etmiş ve bununla yetinmişiz. Sınırlarımız, ufkumuz ve aklımız daralmış. Oyuncu olmayı hayal bile edemez duruma gelmişiz. Sonradan biraz geç de olsa fark etmişiz şah da olsak vezir de olsak piyon da olsak bir taş olduğumuzu ve oyununun sonunda şahın da piyonun da aynı torbaya koyulduğunu. Oyuncu olmayı çok sonradan bir şekilde çeşitli vesilelerle hatırlamışız.
Daha sonra hiç yapmadığımız, BİZden beklenmeyecek ve BİZe yakışmayacak şeyleri yapmaya başlamışız. Geçtiğimiz yazılarda farkına değindiğimiz gibi(Ne diyordu Müslüman Siyasetçi Erbakan? İsimli yazımız) Siyaset değil, politika yapmaya başlamıştık. “Dengeler Adına” iş görmeye başladık ve politika adı altında o dengeler uğruna çok şeyimizden geçtik. Öyle diyordu ya Hakan Albayrak Ağabey;
“…ve ateşler içinde,
Bağdat'ın orta yerinde
çırılçıplak kaldık işte
dengeler adına silahsız
dengeler adına şahsiyetsiz
miskin, geveze, entelektüel
dengeler adına vurmadı
kim vuramadıysa…”
Fil hakiki, böyle deniyor ve doğrudur ;
BİZ yasımızı bile tutamamış bir milletiz.
Neyi kaybettiğimizi ise yeni anlamaya başadık.
Ve BİZ’e ne olduysa hep azar azar oldu…
* * *
- BİZim yeniden büyük olmamız için kalıplarına sığmayan, dengelere uymayıp o dengeleri alt üst edenlerden, BİZe büyüklüğümüzü yeniden hatırlatanlardan bu uğurda başı dik ve omurgalı duranlardan ve bu uğurda kendini feda etmekten kaçınmayan yiğit insanlardan,şehitlerimizden Rahman ebeden razı olsun. Makamları âli olsun. Bu uğurda hâlâ koşturanların adımları bereketli yolları daim olsun.
Şükran, Şükran, Şükran