NERESİNDEYİM BU HİKÂYENİN

Hakan Bahçeci

Kar, fırtına, boran ve insanın içine işleyen keskin bir zemheri ayazı, soğuk da yakar derler ya adamı işte öyle bir soğuk… Yürümek zor dışarıda kısa bir vakit bile olsa. Cuma sonrası ellerim ceplerimde, iyice sarılıp üzerimdeki cekete kendimi bir çay ocağında buluyorum.

Niyetim yoktu aslında şimdi çay içmeye lakin soğuk değiştirdi fikrimi süratlice. Bu çay ocağına ilk gelişim mi düşünüyorum, çaycı ocak başında “Hoş geldin Hocam” deyince daha önce de gelmişim hissine kapılıyorum, tanıdık bir yer bulduğuma seviniyorum. Camın kenarında bir yer buluyorum, çok sıcak değil belki ama közde kaynayan kazanın buğusu ve çay bardaklarından çıkan duman ısıtıyor içimi. Sonradan fark ediyorum köşedeki kuzineyi.

Şehrin en eski sokaklarından birindeyim, karşıda Osmanlıdan kalma bir eser, minareleri ihtişamıyla tarihe ve zemheriye kafa tutuyor. Karşımda ihtiyar bir amca, bastonuna dayanmış, süzdü beni uzunca, “merhaba yeğenim” dedi usulca. Başımı eğdim, gülümsedim “merhaba” dedim. Hiç tanımadığını bir yerde olup da oranın devamlı müdavimi gibi karşılandığınız kaç yer biliyorsunuz ki dünyada?

Ocakta güleç bir amca, eline çabuk, namazdan çıkmış takkesi başında, göbeğinde siyah bir önlük bağlı, omzunda beyaz bir havluyla… Daha söylemeden ben ne çabuk geldi çay birden. Soğuktan üşümüş ve bu çay ocağına sığınmış bir kedi gibi, kıvrılıyorum sedirin üzerine. Karanlık mı desem değil ama aydınlık da denmez ki… Alışıyor gözlerim bir müddet sonra ve anlıyorum aslında bu kadar ışık bile fazla.

Dışarıda alabildiğine bir rüzgâr ve derin bir uğultu, gökten alıp yere, yerden alıp göğe, kar mı yağıyor yoksa kar mı kalkıyor belli değil… Dükkânlar kapatıyor kapılarını, beterinden sakınıyorlar rızıklarını. Bir kez daha acizliğimize dönüp sığınıyoruz yaratana.

Usta sesleniyor çırağa; “kap getir bardakları, kırma sakın ha!” Ben korkuyorum çırak yerine dışarı çıkmaya, çocuk düşünmüyor bile, fırlıyor hemen işine. Elinde ne bir eldiven ne başında bir bere, çabucak dönüyor, elinde koca bir tepsiyle.

Ocağın yanında pala bıyıklı bir adam, elinde kehribar bir tespih, bakışları sabit ve kararlı, yüzünde değişmeyen bir ifade… Karşı sedirde gençten bir talebe, dalmış gitmiş okuduğu dergiye. İki adam konuşuyor ha bire; hararetle anlatıyorlar en son gördükleri kara kışı, diğeri onaylıyor her cümlesini. Sakallı bir ihtiyar, yaşı var biraz, çok çekmiş, belli görmüş geçirmiş…

Köşe masada üç adam, konu hükümet anlaşılan; en sert muhaliften daha keskin kravatlı olan, daha mülayim bıyıklı olan… Üçüncüsü bilmiş mi yoksa öyle mi gösteriyor şüpheli, kâh gülüşüyorlar kâh saldırıyorlar, bir türlü neticeye varamıyorlar, tek şey anlaştıkları; demli çay, al şekeri kaşıkları.

Sobada kül kalmamış, fark edince çırak bir koşu getiriyor tahta parçalarını kırarak, kaldırıyor kapağı ve atıyor odunları, lakin sıcak tutacağın sapı; düşüyor elinden, bir gürültü ocağın içinde aniden… Usta bakıyor sert sert, gülüyor çırak oralı olmayarak. Ses kesiliyor, duruyor herkes, vakit duruyor, an donuyor. Artık sadece dışarıdan gelen uğultu ve kalpleri ürperten o rüzgâr…

Dalıyor herkes kendi iç dünyasına, bir hikâye oluyor yaşananlar ve ben bu hikâyede bir yer arıyorum kendime.