Bir zamanlar sokakları mis gibi iğde kokan mahalleler vardı. Sokakla paralel bir şekilde uzayan, kerpiçten yapılmış yer yer yıkık dökük bahçe duvarlarının hemen ardında, meyve ağaçlarının sizi güler yüzle karşıladığını görürüdünüz. Evler özensiz ve rastgele yapılmış olsa da, yapılaşma daha ziyade geniş avlulu kerpiçten evler ve iki katlı ahşap, kanatlı kapılı cumbalı evlerden oluşurdu. Aşağı yukarı her mahalle de mahalle meydanı diye anılan orta genişlikte boş alanlar bulunurdu. O alanlar da, asırlık çınar ağaçları ile ıhlamurlar bir abide gibi boy gösterirdi adeta.Bu meydanlarda çocuklar, bugün artık adları neredeyse unutulmuş; Çelik-çomak, yedi kiremit, ip atlamaca ve saklambaç gibi oyunlar oynar, hoşça vakit geçirirlerdi.
Her mahallenin ismi ile müsemma bir “bekçi amca” sı vardı. Mahallenin asayişi yanında, her türlü sorunu ile uğraşır, nadiren de olsa yaşanan olumsuz olayları mümkün olduğunca karakola yansıtmadan çözmeye çalışırdı. Bir de her mahallenin mutlaka bıçkın bir delikanlısı, güzel bir kızı, sözü dinlenir ve ağırlığı olan bir büyüğü olurdu.
Mahalle de yaşayan insanlar bir aile gibiydi.Mekanlar mesafeli olsa da, insanlar bir birlerine çok yakındı. O zamanlar da henüz televizyonlar yaygınlaşmamıştı. Mahalle de bazı evlerde bulunan televizyonun izleyicileri sadece o evde yaşayanlar değil, bütün mahalleliydi. O dönemde Muhammed Ali’nin boks maçları büyük küçük herkes tarafından heyecanla izlenirdi. O maçları televizyonlar genellikle sabaha karşı veririlerdi. Televizyonu olan mahalle sakinleri bir gün önceden hazırlıklarını yapar, komşularını birlikte maç izlemek üzere evlerine davet ederlerdi. Maçlar ise yoğun bir heyecan içerisinde, tıkış tıkış bir durumda izlenirdi. Mahallelinin sevinci de, üzüntüsü de mahalleye mal edilir, her şey paylaşılırdı.
Bir dostum bana mekanların ruhu var mı diye sormuştu. Kendisine; Sanma ki mekanlar ne ruhsuz ne de dilsizdirler. Onların sukut etmeleri seni aldatmasın, onlar sana yaşadıklarını görünüşleriyle, duruşlarıyla ve mimari vasıflarıyla anlatırlar. İçinde yaşanılan onca şey tuğla, tuğla duvarlarına sinmiştir. O mekan bütün olanları yaşayanlarla birlikte yaşamış ve özümsemiştir; O bakımdan ruhları da vardır demiştim.
Aslında konumuz mekanların ruhu değil elbette..Konumuz, şimdilerde yüksek rant uğruna dönüşüme uğrayan mahallelerimizdir. O güzelim anıların yaşandığı cumbalı evler, meydanlar ve sokaklarla birlikte, komşuluklar ve dostluklar da kaybolup gidiyor birer birer. Yeni yapılan yüksek güvenlikli, sitelerde ne denli güvendeyiz? Dostluğun, dayanışmanın ve komşuluğun olmadığı yerde huzur ve güvenden söz edilebilir mi ? Modern yapılarda oturmak, yeni yapı teknolejisinin sağladığı rahatlık ve konfordan faydalanmak, imkanı olan her insanın hakkıdır ve olmalıdır da. Şayet aramızda dostluklar kuramayıp, güzel ilişkiler geliştiremiyor ve dayanışma ruhu içerisinde yaşamayı beceremiyor isek, oturduğumuz sitenin niteliğinin ve hatta içinde kimin oturduğunun pek de önemi olmasa gerek.