Eskiye özlem her çağda olmalı. İnsan eskiyi, eskiye dair her şeyi özlüyor, onun hakkında konuşmaktan hoşlanıyor. Hangimizin babasının bitmeyen askerlik anıları, okul sıralarında yaptıkları haylazlıkları, bitmek tükenmek bitmeyen anıları yok ki. Annelerimizin çeyizlikleri hangimizin hoşuna gitmez ki. Eskiyi seviyoruz herkes gibi. Ah nerde o eski günler diye başlayan sohbetleri seviyoruz.
Peki insan neden eskiyi sever. Bana kalırsa saflıklarımız hep eskide de ondan. Her geçen gün saflığımızı yitiriyoruz sanki. Saflığımız yittikçe eskiye daha çok özlem duyuyoruz.
Eski demek çocukluğumuz demek, en deli çağımız demek, ilk aşklarımız, ilk acılarımız demek. Bir defasında bir teyze şöyle söyledi: ‘Kızım eskinin acıları bile bir farklıydı şimdiki gibi üzerimize yapışıp kalmıyordu.’’
Eski ve saflık. Eskiden insanlar ruhlarının bir yaşının olmadığını biliyordu herhalde. Hiç biri biyolojik yaşını söylemekten hoşlanmaz hep hissettiği yaşı söylerdi. Biz belki de bu yüzden bu kadar mutsuzuz. Ruhlarımızı bedenlerimize gömdüğümüz için. Ruhumuzun hissettiği değil de bedenlerimizin dediğine itaat ettiğimiz için. Nasıl kölesi olmasın ki artık insanlara biraz bile şımarıklık yapınca ‘Çocukça davranma, az büyü’ cümlesiyle karşılaşıyoruz. Bir amcaya yaşını sordum, amca kaç yaşındasın dedim bana verdiği cevap şöyleydi: ‘Kızım hangisini söyleyeyim hissettiğimi mi yoksa bedenimin yaşını’ ben daha çok hissettiği yaşı merak edip amca sen hissettiğini söyle en güzelini o söyler deyince, bana ’18 yaşında hissediyorum kızım’ demişti, daha sonra öğrendim ki amca 95 yaşındaymış.
Eskiden insanlar Rabbinin hitabına karşılık verir dünyayı eğlenme yeri olarak görür, ciddiye almazdı. Bilirdi ki geçim darlığı denen şey aslında paranın yetmemesinden değil yetmeyeceği korkusundan ortaya çıktığını. Onun için aç kaldığı zaman bile üzülmezdi. Elbet onu gözeten Rabbi mutlaka ona yardım edecekti. Mesela et yemek için yorgan satabilirdi. Hem üç yorgana neden ihtiyaç olsun ki mezara mı götürecekti. Birini satıp karnını doyurabilir ve Rabbine verdiği fazladan yorgan için şükredebilirdi.
Eskiden insan güzeldi. Gerçekten güzeldi. Ruhlarının yaşsız halini bildikleri için yaşlandıklarını hissetmez imanın nuruyla yüzleri ay gibi parıldardı. Şimdi biz ne kadar para kazanabiliriz, bunun hesabını yapmaktan anımızı, günümüzü, hatta yıllarımızı kaçırıyoruz. En güzelimiz bile güzel değil aslında yüzündeki sadece bir maske.
Eskiden saftık, temizdik, çocuktuk. En yaşlımızla çocuktuk. Çocukça dualar ederdik mutlu olurduk. Didem Madak’ın Ah’lar Ağacı şiirinin bir bölümü çok hoşuma gider. Şu şekildedir: Çocukken şöyle dua ederdim Tanrı’ya/ Tanrım bana iç erimeyen, kırmızı bonbon şekeri yolla./ Eski tül perdelerden gelinlik biçerdik/ Kardeşimle kendimize durmadan, olmayan çayları, olmayan fincanlardan içerdik./ Olmayan kapıları açardık, olmayan ziller çaldığında/ Siyah papyonlu olurdu mutlaka resim defterimizdeki damat./ Yedi günde yarattığımız dünya/ Mutlu olurduk pastel koksa./ Ve şimdi şöyle dua ediyorum Tanrı’ya/ Olanlar oldu Tanrım/ Bütün bu olanların ağırlığından beni kolla! Çocukluğumuz tamda böyle değil midir? Olmayan şeylerden mutlu olma sanatıdır çocukluk. Şimdiki çocuklarımız doğarken ölüyor. Hepsinin elinde tuşlu cellatları, çocukluklarını katlediyor. Dizleri kanamıyor artık çocukların sokakta kendini rüzgar sanıp deli gibi koşmadığı için. Özgürlüğü bilmiyor çünkü sokak ölü onun için. Olanlar oldu Tanrım, çocukluğumuzu katlettik. Ruhlarımıza bir daha çocukluk üfler misin? Vesselam…