Yıllar yılı, çok uzun yıllar boyu, hep bir şey şeyler olacak, bir şeyler yaşayacak, bu olan, bu yaşadığım şeyden ibret alıp akledecek, bütün hatalarımdan geri dönüp, daha iyi ve düzgün bir insan olacağım diye bekledim durdum. Rabbime zor yok, bu söylediklerim olabilir; bir gece deli yatıp, sabah çok zeki bir insan olarak kalkabilirdim. Ancak çok yorulduktan, çok kaybettikten, çok yanıldıktan, tekrar tekrar aynı çukura düştükten sonra anladım ki bu işler, böyle olmuyor. Hayat kimseye haksızlık yapmıyor. Günübirlik, her menzil ve manada, vardığımız yerlerin yürüdüğümüz yolun süreği olduğunu görüyorum. Değişmek istiyordum ancak ne yolumu, ne zevklerimi, ne alışkanlıklarımı değiştiriyordum. Buldukça daha fazla yiyor, zevklerimin çeşidini artırıyor, düzensiz uykulardan marazi medetler umuyordum. Düzelmek istiyordum istemesine ya dünyadan elimi çekmiyor, dahası, daha fazla dünyaya dalıyordum. Birçok insanda gördüğüm yanlış aynısıyla bende de mevcuttu. Teoride iyi, pratikte kötüydüm. Çok konuşmanın sevimsizliğine bizzat kendimde şahit oluyor yine de çok konuşuyordum. Birkaç gün önce günlüğüme şunu yazmıştım: “Daha gün bitmeden, iyi halt ettin, bu günü de boş geçmedin!” diyordum kendime. Bu hataların çoğunu da dilimle işliyorum.
&&&
“Deli” gibi kitap okuyor, yazmaktan kaçınıyordum. Bunun da korkaklıkla alakası olduğunu anlamam yıllarımı aldı. Mesele/m yazmak değil Dağlım, kendi gücümle yüzleşememek. Dert çekmeden, sıkıntılara göğüs germeden üretmeyi istemek benim ki… Her insan yazmak zorunda değil, buna ben de dâhilim. Fakat biliyorum ki okumanın insanı ayartan bir tarafı var. Okurken, hazır yazılmış olanı tüketiyor insan. Otururken, ayakta, koltukta, otobüste, yatakta, - okuduğu kitaba saygı da duymadan- yürürken ve hatta uyumak için okuyabiliyor insan. Kimseyi eleştiriyor değilim. İsteyen istediği şekilde kitabını okuyabilir. Hamakta, yağmur sesinin gölgesinde camın ardında, kütüphanede, çimlere uzanmış şekilde… Fakat yazmak böyle değil. Yazı yazmak, belirli bir ölçüde saygı istiyor. Yeni şeyler söylemek için –Nihat abinin söylemiydi sanırım- zihnimizin çeperlerini ıspatulayla kazımak gerekiyor. Yazdıklarımızın da konuştuklarımız gibi ahirette karşımıza çıkacağını unutmamak gerekiyor. Bir yanda hazır olanı tüketmek diğer yandan üretmeye çalışmak var. Ben yazmak dedim, sen yürümek anla!
&&&
Seni düşünüyorum; masaya koyduğun ellerini, mahcup ve şımarık gülüşünü, beraber yürüyüşümüzü, kaldırımın ortasında durup, sana bir şeyler anlatırken, sokak lambalarından dökülen ışığın altında daha bir güzelleşen yüzünü…
“Bir insanın, kendisini tanıtmak için, çaresizliğinden, ezikliklerinden başka bir şeyi yoksa canı cehenneme” der Lawrence. Biz canı cehenneme demeyelim ancak çaresiz, ezik, gadre uğramış, şikâyet cümlelerimizi azaltalım ve bu tür insanlardan uzak duralım Dağlım.
İnsan kendi yaşamını sürmek için yaşar, ya da yaşamadığına yakınmak için. Üzgünüm ki kadınlar daha fazlasıyla böyledir Dağlım. Buna da dikkat etmeni isterim senden.
Bir duygu, sevgidir bu, insanın benliğine işlediğinde, onu söze dökmeye gerek kalmaz; her davranış, sesteki her tını, ve her soluk durmaksızın onu yineler ve doğrular. Mutluluk anlatılabilir değildir zaten. Elle tutulamaz, birlikte yaşanılan her şeyin üzerine sinen simli, güzel kokulu, parlak bir ışığın duyumsanmasıdır diyebiliriz.
Gerçek mutluk odalara sığmaz, sayılara gelmez, bunu da yaşadıkça öğreneceksin Dağlım.
İnsanlar, kendilerinden destek ve izin istemeden, onlara danışmadan, en önemlisi, onlar olmaksızın mutlu olabilmemize kızarlar, kıskanırlar, laf ederler, bunlara da kulakları tıkamalı ve yürümene devam etmelisin Dağlım.
Güzel sayılmak insanların bakışlarıyla alakalıdır ancak yaşamımızın içini doldurmak, heyecan ve coşkuyla, üreterek yaşamak bizim elimizdedir Dağlım.
“Eğer bir gün, her şeyden el etek çekmiş bir yalnızın hücresine girmeyi düşünürsen, bilmelisin ki orada sevgiyle karşılaşacaksın.”
Kaybettik zannettiklerimiz ya da daha özel anlamda kaybetmek ebediyyen bulmak demektir ve insan hiçbir şeyi tam manasıyla kaybetmez Dağlım. Veya şöyle diyelim; belki de kim bilir burada kaybettiklerimizi hakikat yurdunda bulacağız.
&&&
Zihnimi ve zamanımı güzel işlerle meşgul etmeyip, başım yukarıda, insanlara –kabahat arayan- gözlerle bakıyorsam…
Yanımda gıybet yapılırken çekip gidememişsem…
Dünün üzerine yeni bir selam, yeni bir güzellik, yeni bir adım koyamamışsam…
Kolay olanları seçmiş, bahanelere sığınmış, bana verilen zamanı heba etmişsem…
Dünyanın yarın son bulacak dert ve sıkıntılarına kapılıp gitmişsem…
Bir fotoğrafa, bir söze, bir hatıraya ağlamayı unutmuşsam…
Seni bir kuşu sever gibi sevmeyi becerememiş, sahip olmayla sevmeyi karıştırmışsam…
Anneme, babama, eşime, evlatlarıma, kardeşlerime, Yeşim ile Halil İbrahim’e, Banu ile Âdem’e, Zehra İle Mehmet’e, Elif ile Gökhan’a, Nazire ile Abdullah’a, Aliye ile Vehap’a, Zeynep Ferhan ile Erdem’e, Muhammed İkbal ile Sümeyye’ye, Şükran ile Atilla’ya, Ayşe Nur ile Turgay’a, Ebru ile Bahadır’a, Meryem’e, Rana Betül’e, Hatice Elif’e, Yusuf’a, Cihad’a, Ahmet Akif’e, Çağatay’a, Dinçer’e, Mustafa Abime, Lokman’a, Hasan Ali’ye, Vali Beye, Mehmet Ali’ye, Mehmet Sabri’ye, Ahsen’e, Mehmet Buğra’ya…
Bursa’ya, Gaziantep’e, Sivas’a, Konya’ya, Samsun’a, Trabzon’a, Diyarbakır’a, Urfa’ya, Çorum’a, Malatya’ya, Uşak’a, Kütahya’ya, Batman’a, Tokat’a…
Fatma ile Muhammed’e, Didenur ile Abdülkerim’e, Elif ile Muhammet Burak’a…
Hem eş, hem anne, hem doktor, hem de abla olan, bu toprakların asıl sahiplerine…
Hastalara, yolda kalmışlara, borçlulara, gurbette olanlara, naçar düşmüşlere…
“Özlemek, kavuşunca azalan bir duygu değil” diyene…
Altı çizilmiş satırlar için teşekkür edene…
Dağlı olanlara ve dağları sevenlere…
Sisli yaylaların çiçeğine…
Dua etmeyi unutmuşsam…
Ya az sonra ölürsem…
Ne olur benim halım?
Allah esirgeyen ve bağışlayandır!