Ozan ne güzel söylemiş; dünya iki kapılı bir han. Birinden girer, öbüründen çıkarız.
Bu akış hiç kesintisiz devam ediyor. Bizi dünyaya gönderen kudret, buradan tekrar gayb âlemine alıyor. Bu yolculukta treni kaçıran yok. Herkesin bileti önceden kesilmiş, yeri ayırtılmış. Bilinmeyen tek şey, hareket saati ve kaçıncı sınıf mevkide bu seyahatin yapılacağı... Bu da son dakikada öğreneceğimiz bir tılsım.
“Yaşadığınız gibi ölür, öldüğünüz gibi diriltilirsiniz” der nebevî mesaj. Hayat sayfasına ömür kelimeleriyle ne yazdıysanız ölüm ekranında da onu okursunuz.
Yaşayacağımız ölüm biçimi yaşadığımız hayatın mahiyetine bir tavzih notudur. Hayatın anlamına dair yaşadığımız cevaplar, bize ölümü nasıl yaşayacağımıza ilişkin ipuçları da sunar. Allah’a aziz bir kul olmak ile zelil bir firavun olmak arasındaki koordinatta bir yer buluruz hepimiz kendimize. Dünyadan gidiş biçimimiz, şifredir aslında.
Ne dersiniz?
Ölüme karşı nasıl bir tutum içinde olduğumuzu düşünmeye değmez mi?
Her defasında ölümü başkası için düşünerek, devekuşu gibi kendimizi zavallı bir demagojinin esiri yaparak mı yaşıyoruz?
Hayata taparcasına tutunmanın yolu, onun sonu olan bir film olduğunu unutmak mıdır? Ölümün yüzüne ‘erkekçesine’ gülemeyenlerin, bir tepenin üzerinden düşmana teslim ettiği şehre gözyaşları içinde bakarken annesinin “Ağla alçak, ağla!” itabına muhatap olan Gırnata emîri gibi..
“Ölümden ne korkarsın/Korkma ebedî varsın” hatırlatmasıyla, ölümü sonsuz dirilişin kapısını çalmak olarak görenlerin, bu bilinci yaşarken hayatlarına aktaramamaları ne çetin bir imtihandır!
Ölümün hayattan istediğini anlamayarak ölümü yokluğa mahkûm etmek, onu karşılamak bir yana varlığını kabullenememek, insan olmakla bağdaştırılabilecek bir tutum olamaz. İnsanın kendisini sonsuzluğa çağıran sesi susturmak için duygularını uyuşturmaya odaklanmış bir hayat tarzını tercih etmesi, onu ölüm karşısında çaresiz, zavallı, korumasız bir duruma iter. Sığınacak, tutunacak bir dalı olmamak ama bunu da itiraf etmemek, insana emanet olarak verilen enaniyet hassasını en kötü kullanma biçimidir.
Hayatı ölümle birlikte teneffüs eden cedlerimizin ölüm karşısındaki duruşları bu bakımdan son derece öğreticidir. Sosyal hayatın merkezî mekânı olan cami bahçelerini mezarlık olarak düzenleyerek ölümle ne kadar barışık olduklarını yaşarken ortaya koyanların, ölümü karşılama biçimleri ne kadar da güzeldir! Günümüz insanının ölümle tek ilişkisi cami avlusundaki cenazeye uzaktan bakmaya indirgenmiş durumda. Bırakın ölülerimizi aramıza taşımayı, mezarlıkları meskûn mahaller dışına taşımak derdindeyiz.
Ölümün bize sorduğu soruyu unutmak için bütün bir ‘Batı uygarlığı’ seferber olmuş durumda. Ama ölüm hep var ve hepimiz için canlar... Hepimiz için