Nasreddin Hoca’nın Akşehir Gölü’ne maya çalma hikayesini hepiniz bilirsiniz.
Nasrettin Hoca'yı bir gün göl kenarında elinde bir bakraç yoğurtla görenler sormuş:
- Hocam, ne yapıyorsun?
- Hoca: Göle maya çalıyorum, demiş.
- Hocam, göl maya tutar mı? demişler.
Hoca da:
- Ya tutarsa?... demiş.
Hani derler ya, güldürürken düşündürür diye. Tam da öyle işte. Hocanın her fıkrasında bir sonuç vardır. Sebepsiz yere gülelim diye anlatılmamıştır.
Akşehir Gölü’nün maya tutmayacağını elbette bilir Nasreddin Hoca. Ama Nasreddin Hoca’nın burada bir amacı vardır yine. Nasreddin Hocanın göle çaldığı mayadan toplumun alacağı bir kıssa vardır elbet.
Bir küçük bakraçla kocaman bir gölün maya tutmayacağı gerçeğinin arkasında imkansızı deneme gayesi vardır. Burada asıl niyet sonuç değil amaçtır. Hoca ‘Ya tutarsa’ derken, sen çalış da en azından maya çalmanın pratikliğini kazanırsın demek istemiştir. Aşılmaz olanı aşmaya teşebbüs etmemizi istemiştir.
Hem haksız mı Nasreddin Hoca. Denemeden bilemeyiz ki gölün maya tutmayacağını. Nasıl olsa olmaz der, vazgeçersek gölün maya tutup tutmayacağını hiç bilemeyiz.
Dünyada okyanuslar ötesi deniz yolculuklarını, coğrafi keşifleri, sanayi inkılabını ortaya çıkaran şey de bu merak ve deneme-yanılma hissi değil midir? Ucu bucağı görünmeyen okyanuslara kim yelken açardı ki eğer bu duyguyu beslemese.
Seyit Onbaşı’nın yüzlerce kiloluk top mermisini sırtlayıp düşmanı orta yerinden yarması göle maya çalmak değil midir?
Fatih’in gemileri karadan yürütmesi ya da Tarık Bin Ziyad’ın gemileri yakması da göle maya çalmak değil midir?
Hazarfen Ahmet Çelebi’nin uçmak gayesiyle Galata Kulesi’nden canını hiçe sayarak atlaması göle maya çalmak değil midir?
İmkansızı denemeden imkansız olmadığına karar veremeyiz. Bazen küçük bir adım atmak bile koşmamız için bizi ateşleyen önemli bir unsur olur.
Nasreddin Hoca’nın göle maya çalma hikayesi işte o yüzden içinde çok anlam barındırıyor. Üzerinden binlerce yıl geçmiş olsa da Nasreddin Hoca’nın bu düsturunu yerine getirmekten bizi alıkoyan şey neydi acaba.
Geçenlerde sevinçle karşıladığımız bir gelişme nedeniyle Nasreddin Hoca’nın bu hikayesi üzerine düşüncelere daldım. Üzerinden bin yıl geçse de sonunda başardık dedim…
Aslında bu habere çok mutlu olunur ama bir yandan da hüzün kaplıyor insanın içini…
Hem güldüren hem hüzünlendiren o habere göre; Türkiye artık endüstriyel yoğurt mayasını yerli ve milli üretmeye başardı.
Evet yanlış duymadınız. Endüstriyel yoğurt mayasını artık biz üretiyoruz. Aslında ne üzücü haber. Dünya literatürüne bile adı Türkçe olarak geçen, özü, sözü her şeyi bize ait olan yoğurdun mayasını daha düne kadar üretemiyormuşuz…
Neyse ki Konya Şeker ve Konya Gıda ve Tarım Üniversitesi bizi bu utançtan kurtardı. Nasreddin Hoca’nın torunları, hocanın emanetini yerden kaldırdı.
İşte tüm bu hikayeyi bu yüzden anlattım.
Gıda gibi stratejik bir konuda, hem de sofralarımızın olmazsa olmazı yoğurtta dışarıya bağımlı olmanın hassasiyetini bir düşünün. DNA’larımız, genlerimiz, geleceğimiz başkalarının ellerine emanet. Ne yediğimizden bile haberimiz yok…
Ülkemizin silah sanayisi ne kadar önemliyse gıda ve tarım sanayisi de bir o kadar hayati.
Şimdi bu bilginin üzerine Nasreddin Hoca’nın göle maya çalma hikayesini tekrar düşünün. Evet, göle maya çalmak belki hüsranla da sonuçlanır ama imkansızı denemenin en iyi yolu hüsrana uğramaktır.
Konya Şeker gibi nice Nasreddin Hocalara ihtiyacı var bu ülkenin. Güneşimiz var, suyumuz var, toprağımız var. Tek eksiğimiz Nasreddin Hocalarımız…
Konya Şeker’i ve Konya Gıda ve Tarım Üniversitesi’ni bu hassasiyetleri için bir kez daha kutlamak istiyorum. Konya Gıda ve Tarım Üniversitesi bundan önce de başarılıydı ama işte şimdi adının hakkını tam anlamıyla verdi diyebilirim.
Buradan Türkiye’deki diğer üniversitelerin ve YÖK’ün de alması gereken çok mesaj var. Bizler gıdada, hukukta, havacılıkta, ekonomide, tarımda, hayvancılıkta, inşaatta ve bunun gibi alanlarda ihtisaslaşmış birer tane model üniversite ortaya çıkarmalıyız. Ki üretmeliyiz, kalkınmalıyız…