Yüksek katlı binalar birer kütle halinde şehrin göbeğine saplanmış gibi durmuyor mu? Kocaman yapılar oyuncak Legolar gibi üst üste yan yana dizilmiş durumdalar. Beton ve demir yığını… Estetik ve sanatsal kaygıların sıralamaya bile alınmadığı, mimari bakış açısının tüketim mantığı ve markalarına göre ayarlandığı devasa konutlar sardı dört bir yanı.
Yüksek katlı, korunaklı, dışarıdan soyutlanmış yaşam merkezleri olarak reklamı yapılan binaların adına “konut” deniyor şimdilerde. Konmak, göçmenin diğer tarafı olsa gerek. Göçmek için oturulan konutlar, daireler gerek fiyatları gerekse oluşturdukları yaşam tarzıyla “ev” algımızı da değiştirmiş durumda.
Apartman kavramı ve kültürünün bize giriş ve yerleşme biçiminin Avrupa ve Amerika’dan farklı olduğu belirtilir. Avrupa ve Amerika’da özellikle geniş aileler (geniş aile orada 4 kişidir) üst düzey yöneticiler, iş adamları, idareciler, memurların çoğu bahçeli, tek katlı evlerde yaşarlar.
Apartman dediğimiz konutlar çoğunlukla iş ve işçi ile ilgili ihtiyacı karşılamak için yapılmıştır. İngiltere ve Fransa’dan başlayarak sanayi ve fabrika çevresinde oluşan kentlerin merkezlerinde yükselen apartmanlarda yaşamak daha çok kapitalist zihnin bir ürünü olarak girmişti hayatımıza. İşçiyi çalıştır, oturacağı bile değil sadece “barınacağı” küçük bir daire ver, kirasını da al… İnsana dair, insanın iç dünyasına dair en ufak kaygı ve düşünce olmadan, üst üste bindirilmiş öteki evler…
Nitekim bahçeli evler insanlık tarihi boyunca tercih edilen bir yapıdır. Hani bizim “müstakil” dediğimiz evler, evin önünde küçük bir bahçesi, bir iki meyve ağacı, toprağa yakın olmanın verdiği huzur, yani “aile” evi. Sahi müstakil ev yapmak için yeterince toprağımız yok mu?
Kütle halinde şehrin orta yerine ya da kenarlarına dikilen binalar, bir yandan arsa payı denen imar planlarını, şehrin dokusunu, iklim değişikliklerine kadar birçok şeyi etkilerken diğer yandan yaşam tarzlarını ve toplumun yeniden inşasına yön vermektedir.
Şimdilerde yukarıda bahsini açtığımız sebeplerden dolayı mıdır bilinmez, bu apartmanlar “müstakil ev” havasında pazarlanmaya başlandı. Kocaman projeler “daire satıyoruz” demiyorlar, tam tersine “yeni bir yaşam” pazarlıyorlar. Burada her şeyi bulacaksınız, diyerek başlıyor her bir yüklenici.
Şehrin göze kestirilen bir yeri parselleniyor, güya her bütçeye uygun fiyatlarla iki artı birinden villasına kadar çeşitli yapılar projeye dâhil ediliyor. Spor sahalarından yüzme havuzlarına, parklardan yürüyüş yollarına kadar her detay düşünülüyor.
İlk bakışta bir problem yok gibi değil mi? Yüksek maliyetlerin piyasada oluşturduğu sanal dalgalanmadan başlayarak, mekâna dayalı bir ayrımın içine düşme ihtimaline kadar derin problemleri sıralayabilirim size. Yüksek duvarlarla örülmüş güvenlik görevlilerinin karşıladığı kapılardan geçmenin sosyolojik boyutlarından bahis açabilirim. Başkalaşmış bir yaşam tarzının gizliden gizliye dayatıldığını ispat edebilirim. Lakin bunlara bile gerek kalmadan şu soru yeterli olacaktır sanırım; Hacı Ağa, neden herkes “şöyle bahçeli bir evim olsa” özlemini dillendirip duruyor acaba?