Müslümanların Birliği Mümkün mü?

Mehmet Toker
1800'lü yıllarda dünya üzerinde birkaç büyük güç vardı. Bunların birincisi Osmanlı İmparatorluğu, diğeri Rusya, keşiflerden sonra sömürgecilik ve yağmacılıkla ekonomik ve coğrafya olarak güçlenen İngiltere ve Çin. Hollanda, Belçika, Fransa, İspanya gibi ülkelerde sömürgecilikten kendilerine zenginlik ve güç devşirmeye çalışıyorlardı.
                            
Osmanlı İmparatorluğu dediğimiz zaman sadece hakim olmuş olduğu Balkanlar, Anadolu, İngilizlerin tanımlaması ile bugünkü Ortadoğu, Arabistan, Kuzey Afrika ve Kızıldeniz'in batısından Afrika boynuzu ne kadar ulaşan egemenliği içerisindeki topraklara hakim bir güç değil; uhdesinde bulundurduğu "halifelik" makamının da belirleyiciliği ile dünya üzerindeki bütün Müslüman toplulukları sevk ve idare eden, onların üzerinde hamilik statüsü olan bir güç anlaşılıyordu.
 
Avrupalı sömürgeci devletler yeni keşfetmiş olduğu Kuzey ve Güney Amerika'da, Afrika'nın batı kıyılarında ve Afrika içlerinde, Hindistan ve alt kıtasındaki toprakları ve zenginlikleri yağmalamaları, buraların zenginliğini talan edip Avrupa'ya taşımaları, kendilerinde ayrı bir özgüven meydana getirmişti. Yüzyıllarca Avrupa Kıtası'nda birbirleri ile dalaşan kuvvetler, şimdi yeni coğrafyalarda, yeni topraklar, madenler ve güç bölgeleri için dalaşıyorlardı. Sömürgeciler Kuzey ve Güney Amerika topraklarında, kendilerine göre sorunsuzca ilerlerken, Batı Afrika kıyıları boyunca ve Afrika boynuzundan güneye doğru uzanan coğrafya boyunca, aynı şekilde Hindistan ve Hint alt kıtası diyebileceğimiz adalar da hiç ummadıkları bir güç, siyasi bir otorite ile karşı karşıya geldiler. Fiilen ya da coğrafi olarak buralarda olmayan Osmanlı, halifelik statüsü ile bu coğrafyalardaki Müslümanlar üzerinde ağırlığını, siyasi otoritesini emperyalist sömürgecilere hissettiriyordu. Öyleyse bu verimli coğrafyaların da sömürülebilmesi için, bu siyasi engelin, bu gücün bertaraf edilmesi gerekiyordu. Askeri olarak bu gücün bertaraf edilmesi, geçmiş dört yüz yıldaki tecrübeler ışığında pek mümkün değildi. Bu noktada 1789 Fransız ihtilalinden sonra Avrupalı insanın zihninde şekillenen ve toplumda ciddi anlamda bir hastalık haline gelen, bir virüsün bu coğrafyalara sokulması, önlerinde bulunan Osmanlı/Halife engelini aşma konusunda onların elindeki en büyük güç olabilirdi. 
 
İngiltere liderliğindeki Avrupalı sömürgeci güçler bu tezi uygulamaya koydular. 1800'lü yılların ortasından itibaren Osmanlı coğrafyasındaki ya da Osmanlı'nın himayesi içindeki coğrafyalarda ırkçılık ve ırkçılık ekseninde devletleşme virüsünü, saha ajanları (Mata Hari, Lawrence, Gertrude Bell vb) marifetiyle, bu bölgelerde yaymaya başladılar. 
 
Bu uzun soluklu, sinsi çalışma 1900'lü yıllara gelindiğinde artık ürünlerini vermeye başladı. Öncelikle Osmanlı'nın elindeki en büyük güç olan halifelik makamı ile dini olarak organik bağı olmayan, Balkan coğrafyasında ki Bulgar, Yunan, Slav halklarına bu virüs enjekte edildi. İstanbul'un dikkati, hakimiyeti altında bulunan Balkanlar ve Karadeniz’in Kuzey kıyılarını coğrafyaları kaybetmemeye yoğunlaşınca; bu sefer Kızıldeniz'in doğusu ve batısında ve bugünkü Ortadoğu diye isimlendirilen bölgede aynı hızla çalışmalar devam etti. Müslümanların ırkları, milliyetleri vurgulanarak kendi milliyetleri çerçevesinde "küçük ama kendilerinin müstakil özel devletleri olması gerektiği" fikri aşılanıyordu. Bu fikri virüs o kadar hızla yayılıp, bünyeye o kadar hızlı bir şekilde sızdı ki; tabiri caizse neredeyse her kabile kendisinin de devlet olabileceği fikrine kapıldı. Ancak İngilizlerin, kendilerine bağlı, sömürülmeye müsait bölgeler oluşturmak, bu şekilde yeraltı ve yerüstü zenginlikleri sömürmek planı diğer Avrupalı devletlerin de iştahını kabarttı. Neticede hepimizin malumu olan, 1. Dünya savaşı diye adlandırılan, Avrupa'da başlayan savaşın, Osmanlı hakimiyetindeki topraklarda vuku bulması akabinde Osmanlı'yı Siyasal alandan bertaraf ettiler.  Osmanlı'nın dallarını budayıp sadece Anadolu ve Trakya'dan küçük bir toprak parçası bırakılmasıyla savaş sonuçlandı.
 
Akabinde İngilizlerin isteğiyle, dünya Müslümanlarını harekete geçirebilecek, toplayıp bir araya getirebilecek, onların üzerinde hamilik gücünün siyasal sembolü, halifelik ilga edilerek, son Halife Abdülmecid Efendi kendi ülkesinden çıkarılmak suretiyle, son altın vuruşta yapılmış oldu. Müslümanların başı koparılmıştı. Ağacın toprak ile bağı kesilmişti.  Bundan sonra dalların yeniden canlanıp meyve vermesi mümkün gözükmüyordu. Zira Müslümanları siyasi açıdan parçalamışlardı.  Artık tek bir imparatorluğun hüküm sürdüğü topraklarda 40'dan fazla devletçilik inşa etmişlerdi. Sadece ırkî milliyet açısından değil, bununla beraber Müslümanları mezhepsel açıdan da ayrıştırdılar. Özellikle Mekke Medine'yi barındıran topraklarda Vahhabilik'i tesis ettiler.   Tarih boyunca Ehl-i Sünnet Müslümanlarla, Onların Hilafetini elinde bulunduran Osmanlı ile sürtüşme halinde olan Şii Mezhebini parlatmaya ve İran haricindeki coğrafyalarda parlattılar.  Müslümanları alfabe olarak ayırdılar. Ana gövdeden kopan dallar hâlâ Arap alfabesi kullanılırken ana gövdede Latin alfabesini getirmek suretiyle alfabe birliği ortadan kaldırıldı.  Buna ilaveten 1917'de ki Bolşevik ihtilalinden sonra yüzyıllar boyunca Osmanlı'nın himayesinde korunan Kazak, Kırgız, Özbek, Türkmen, Tacik, Çeçen Müslümanlar da bir anlamda ana gövde ile iletişimi kaybettiler. Rusya'daki Müslüman toplulukların da her birine, Kiril alfabesinin fonetik yapısından dolayı görünüşte hepsi Kiril alfabesi olmakla beraber farklı bir alfabe dayattılar. Alfabenin yapısından dolayı birbirinden farklı alfabeye sahip bir yapı ortaya çıkartıldı. Müslümanların arasında dil birliği zaten yoktu.  Böylelikle İslam coğrafyasını devletçikler kaosu haline getirdiler. Yalan yanlış bir tarih yazımı ve öğretimi ile de Müslümanlar uyutulmaya devam etti.
 
Yüzyıllık bir gaflet uykusundan sonra artık bu kaosun bitmesi gerektiği fikri, yüz yıldır kan, gözyaşı, zulüm ve savaşların bir kader haline geldiği coğrafyalarda yeniden filizlenmeye başladı. Dilleri, ırkları, mezhepleri farklı yüzyıllar boyunca birbiriyle savaşmış Avrupalı devletlerin ekonomik ve siyasi çıkarlar çerçevesinde birleştiği gibi, Müslümanların yeniden birleşip bir araya gelmesi fikri, Müslümanlar açısından bunun bir sorumluluk olduğu anlayışı Müslümanlarda kendini hissettirmeye başladı. Ancak bunun Müslümanların Birliği olarak gerçekleşmesi pek de kolay gözükmüyor. Zira bu yüz yıllık süre içerisinde, ırkî ya da mezhepsel alt yapı üzerine inşaa ettirilmiş her bir devletçik, kendisini bir anlamda Müslümanların başı, hamisi olması hakkının kendisinde olduğunu zannedecek şekilde bir intibaya kapıldı.  Halbuki birliğin oluşabilmesi için öncelikle ayrışma noktalarının asgariye indirilmesi gerekiyor. Siyasal noktada Müslümanların birliğine gidecek o yolun alt yapısının hazırlaması gerekiyor. Alt yapı için, "alfabe birliği" zor gibi gözükse de imkansız değil. "Dil birliği" tıpkı Avrupa devletlerinde olduğu gibi her millet kendi dilini konuşmakla beraber ortak bir dili de konuşacak, okuyup-yazacak bir seviyeye getirilerek en azından Müslümanların birbirini anlayabilmesi mümkün hale getirilebilir. "İslam İşbirliği Teşkilatı" uydu ve uyku teşkilat olmaktan çıkarılıp daha aktif hale getirilebilir. "Arap Birliği" sanki sadece Araplar Müslümanmış gibi bir anlayıştan sıyrılarak; Pâk, Afgan, Hindu, Afrikalı, Malezyalı, Endonezyalı, Türk bütün Müslümanları içine alıp temsil edecek şekilde genişletilebilir. Müslüman ülkeler arasında ekonomik birliği sağlamak adına ortak para birimi olması elzem gözüküyor. Böylelikle Amerika'nın dolar tasallutundan da özellikle Arabistan ve Körfez ülkeleri kurtulmuş, kurtarılmış olur. Tabii lütfen bunların olabilmesi için Osmanlı'dan sonra yamalı bohça haline gelmiş bu coğrafyadaki devletçikleri idare eden veya edecek olan liderlerin yerli ve milli olması, ipi İngilizlerin elinde olmaması gerekir. Aynı şekilde Rusya'nın dağılmasıyla tekrar siyasi arenaya çıkmış olan Türkî Cumhuriyetlerinin idarecilerinin de yerli ve milli olması, bu duygu ve düşünce içerisinde İslam birliğini giden yolu kendisine şiar edinmesi gerekir.
 
Bunlar sağlanamadığı müddetçe Müslüman coğrafyalarda kan ve gözyaşının eksik olması beklenemez. İç savaş veya İran-Irak Savaşı'nda olduğu gibi Irak'ın Kuveyt’i ilhakında olduğu gibi kardeşler arası savaş devam edip gidecektir. Toprakları 1948'den bu tarafa sistematik olarak işgal ve ilhak edilen Filistin'de bile iki farklı siyasi oluşum varsa ve bunlar sürekli birbiriyle çatışma halinde ise bunun sebeplerini sûni mi doğal mı olduğunu Müslüman aklın yeniden düşünüp değerlendirmesi gerekiyor?
 
Tabii halka dayanmayan tabana yayılmayan hiçbir anlayış ve hareketin başarıya ulaşması da mümkün gözükmemektedir. Öyleyse Müslümanların birliğine giden yolun başlangıcı "Ben Müslümanım" diyen bütün zihinlerde; "İslam'ın vahdet dini olduğu, üstünlüğün ırk ile değil takva ile olduğu" düşüncesini bir mıh gibi çakmak gerekir. Bunu başarabilmek için de tüm Müslüman toplumların yaşamış olduğu devletlerin eğitim müfredatını İngiliz ve Amerikalılar veya kendi içlerindeki kripto Yahudiler değil, bizzat kendilerinin hazırlaması gerekir. Uydurulmuş, yazdırılmış tarih eğitimi yerine, gerçek tarih bilincinin inşa edilmesi gerekir. Yoksa ekonomik ve siyasi çabalar bir noktadan sonra akîm kalacaktır. Zira Müslümanların Birliği'nin parçalanması ekonomik ve siyasi yollarla değil, ırkçılığı yücelten, tabandaki halklara farklı olduklarını vurgulayan ve onları uydurulmuş bir tarihe inandıran sinsi hareketler neticesi olmuştur. Bizim üzerimize düşen görev ve bu akışı bu gidişi tersine çevirmektir. Onun içinde eğitim müfredatımızı hazırlayanlar ve o müfredatı okuyan çocuklarımız bu bilince sahip olmalıdır. Yoksa havanda su dövmeye daha çok devam ederiz...