Muskam budur!

İbrahim Çolak
Dere, çay, ırmak, nehir... İnsanlar gibi boy boy, bulana durula akarlar. Yine insanlar gibi; suyu ilkbaharda artar, yazın azalır, bazen kurur, donar. Hep insan, yine insan. Azalır, çoğalır, etrafını sular, bereket olur, sulamaz, taş taşır, çöp taşır, köpürür, söker götürür, sakinleşir. Dere, çay, ırmak, nehir... Hepsi denize kavuşur, başka bir ses olur.
 
&&&
 
Gece saat 24.00. Nevşehir’e gideceğim, AŞTİ’de otobüsümü bekliyorum. Birçok peronda asker uğurlaması var. Gençler İstiklal marşı okuyor, milliyetçi sloganlar atıyor, arada da halay oynuyorlardı. Gençlerin diri sesleri ile okudukları İstiklal marşına ve milliyetçi sloganlarını dinliyorum, oynadıkları halay içimi kıpırdatıyor, gidip halaya katılasım geliyordu. Gençler kadar uğurlayanları da izliyordum. En çok da anne kimdir merak ediyordum. Merakım uzun sürmüyordu. Anneler, kız kardeşler hemen belli oluyordu. Annelerin gözlerinde sımsıcak, annelerin gözlerinde; hiçbir şekilde ve hiçbir yerde örneği olmayan, hüzün ve gururla mayalanmış gözyaşları oluyordu. Kendi askere gidişimi hatırladım sonra.
Kendi geçmişimi karanlıkça bir köşeden izliyor, gözlerimden gayri ihtiyari dökülen gözyaşlarıma da aldırış etmiyordum.
Haziran ayıydı. Ramazandı. Sabah sekizde işe gidiyor bazen gece geç saatlere kadar çalışıyordum. Bir gece eve geldiğimde muhtar amcanın beni sorduğunu söylemişlerdi. Ne olmuş dedim, kimse bilmiyordu. Aradan birkaç gün daha geçmişti ve bu kez muhtar amcadan şöyle bir haber almıştım. “İbrahim bana bir uğrasın!”
Aklımda askerlik yoktu. Askerliğimi tecil ettiğimi sanıyordum, yanılıyormuşum.
Bir gün, işyerimden izin aldım. Hem muhtar amcaya uğrayacak hem evde iftar yapacaktım.
Muhtar amcanın küçücük saatçi dükkânına girdim. Selam verip elini öptüm. Halimi hatırımı sordu. Sonra karşısına aldı beni ve “Asker olmak, askere gitmek istiyor musun?” diye sordu. Hiç beklemiyordum, soru beklemediğim yerden çıkmıştı. Muhtar amcanın gözlerine, yüzüne bakıyor ve sanki cevabı onun bakışlarında bulmak istiyordum. Şunu da söylemişti: “İstersen, evde yok, ulaştıramadım derim fakat elbet gideceksin!”
Muhtar amcanın sol eli aşağıya sarkıktı ve elindeki kâğıda çevirdim gözlerimi.  Çok da düşünmedim. “Gideyim…” dedim. Üzerinde adımın yazdığı resmi kâğıdı aldım, cebime koydum, muhtar amcanın elini öpüp duasını alarak, arkadaşlarımla buluştuğumuz direğin dibine doğru yollandım.
Yer sofrasında oturmuş, iftarımızı yapıyorduk. Televizyon açıktı ve siyasetçinin biri, o gün, Kütahya’da miting yapmıştı. Kütahya! Sahi ben Kütahya’ya askere gidecektim değil mi? “Biliyor musunuz” dedim, “Ben Kütahya’ya askere gidiyorum!” İnanmadılar tabii.
Bana da inanılır gelmiyordu. Televizyonda Kütahya sözünü duymasaydım belki birkaç gün sonra söyleyecektim, emin değilim.
Sonra cebimden kâğıdı çıkardım, anacığıma verdim, ağlamıyordu da ağlıyordu. Seviniyordu da sevinemiyordu. Evet, anamın ilk erkek evladı olarak askere gidecektim. Yeni ve değişik bir durumdu.
Günler hızlıca aktı. Bayrama bir hafta kala, bir sabah, elimde küçük valizimle sokağımızın başına doğru yürümeye başladığımda, ardımdan en çok annem bir de kız kardeşlerim ağlamıştı.
Sonraları ve geçen bütün zamana rağmen şu iki mısrayı yüzlerce kez söylemiştim: “Oy yaylalar yaylalar, çimen bağladunuz mi, ben askere giderken kızlar ağladunuz mi?”
Bu kısa türkü; yıllardır, o başım öne eğik, sırtımda anamın gözyaşları, dudaklarımı ısıra ısıra yürüyüşümü getirir.
Şimdi anacığım yok ancak ben yine arada olduğu gibi ve o gecede, bu cümleleri mırıldandım” “Oy yaylalar yaylalar, çimen bağladunuz mi, ben askere giderken kızlar ağladunuz mi?”
Ardımızdan tertemiz ağlayan annelere, kız kardeşlere, eşlere, hürmetle, muhabbetle, saygıyla…
 
&&&
 
Kaçmakla, kovalamakla, şarkı ve türkülerle, hatalar yapmakla, şaşkınlıklarla, özlemekle, hayretlerle, , ihanetlerle, yolculuklarla, bir şehri güzel kılan insanları beklemelerle, kavramlarla, okumalarla, yazmalarla, saklanmalarla, yutkunmalarla, dualarla, ağlamalarla, şükretmelerle, neşelerle, dalıp dalıp gitmelerle, dilimize kadar gelip de susmalarla, anne, baba, eş, evlat, kardeş, arkadaş, dostlarımızla, yandıklarımızla, yaktıklarımızla, kahırlarla, hilelerle, düşmelerle, kalkmalarla, nisyanlarla, yağmur, kar, ayaz ve sıcaklarla, hikâyelerle, sırlarımızla ördüğümüz bir hayat…
Seni sevmek bütün bu şıkların içinde en güzeliydi…
 
&&&
 
Filmi de yapılan, ‘Atları da Vururlar’ romanından şöyle bir sahne hatırlıyorum. Filmin kadın kahramanı uzunca iskele ucuna doğru yürür. İnsanların çoğu oltalarıyla balık tutarken güneş de günün son ışıklarını toplamış batıyordur. Hüzünlenir ve yaklaşık şöyle bir cümle kurar: “Güneşin batışını seyretmek varken balık tutmak da ne oluyor? Böyle bir güzelliği ıskalayan insanlara acıyorum.”
 
Zihnim bir başka sahneye kayıyor. Ömer Hayyam’ın, Selma adında bir sevgilisi vardır. Birbirinden uzaktadırlar. Selma bir gün çadırının önünde güneşin batışını seyrederken kendi kendine şöyle mırıldanır: “Güneş batarken sevdiğin yanında değilse bu zulümdür.”
 
Bazen bir cümle binbirgece masallarından daha çok masala çağırır insanı. O cümlenin içimizde nereye dokunduğunu bulmaya çalışmak boşunadır. O cümleyi alıp muska niyetine boynumuza asmamız gerekir. Hepsi budur!
 
&&&
Geçenlerde şöyle bir şey okudum: "Doğmadıkları yere giden insanlara yabancı denir." Dünyanın geldiği noktada bir yerde uzun zaman geçirmediğimiz için ünsiyetimiz eksik ve her yer müsavi, her yer birbirine eşit. Giderek daha da yabancıyız toprağa, şehirlere, sokaklara, insana, sevmeye ve kalbimize.
&&&
Yüksekçe bir dağ başına çıktım bugün. Bulunduğum yere en yakın insan belki birkaç kilometre ötedeydi. Biraz kitap okudum. Sonrasında, sırtımı serin ve merhametli toprağa verip, kitabımı yastık yapıp uyudum.  Yalnızlık ve sessizlik bütün hücrelerimi yeniliyor gibiydi. Öyle çok düşüncelere de dalmadım, yalnızca tertemiz şükrettim. Toprak, ben, gökyüzü… Bir arada çok güzeldik.
 
&&&
 
Sana, kendisinin ne kadar iyi ve hoş bir insan olduğunu anlatan birine karşı dikkatli olmalısın diyen Çerokili -Kızılderili- yaşlı bilgeye katılıyorum. Bir başka Kızılderili bilgesi de şöyle söylüyordu: “Kendini anlatan insan yalancıdır!”
 
&&&
 
“Bu olay Afrika'da, Yoruba Krallığı'nın kutsal şehri İfe'de bugün gibi bir günde ya da kim bilir ne zaman yaşandı.
Hastalığı artık iyice ilerlemiş bir ihtiyar, üç oğlunu topladı ve onlara şöyle dedi:
-En değerli şeylerim bu odayı tamamen doldurana kalacak.
Ve dışarı oturup gecenin çökmesini bekledi.
Oğullarından biri toplayabildiği bütün samanı getirdi, ama odanın yarısı boş kaldı.
Diğeri toplayabildiği tüm kumu getirdi, ama odanın yarısı boş kaldı.
Üçüncü oğul bir mum yaktı.
Ve oda doldu.”
 
Dağlım, ömrüme mum yaktı. Allah onu çok sevsin.
 
&&&
 
Seni çok seviyorum. Sandığından çok. Hatta sandığının aksi.
Muskam budur!