Dünyayı kasıp kavuran bir kişisel gelişim furyası var son yıllarda. Kapitalizm yine yaptı yapacağını ve insanlara pazarlayacağı yeni şeyi buldu: “Başarı”. Önce başarısız kitleler yarattılar şimdi de başarı satıyorlar. Bu kişisel gelişim uzmanlarının kitaplarında ve konferanslarında en sık işledikleri konularından bir tanesi sevdiği işi yap. Çünkü sevdiğimiz işi yaparsak başarı da kariyer de para da arkasından çorap söküğü gibi gelir. Böyle bir yaklaşım ilk bakışta gayet mantıklı geliyor. Ancak madalyonun bir de diğer yüzü var.
Reklamcılık okuyup lisans eğitimi süresince gece gündüz demeyip yarışmalara hazırlanan, çeşitli eğitimlere katılan, konferansları kaçırmayan öğrenciler okuldan mezun olurken “sevdikleri iş” uğruna birçok şeye katlanmayı göze alıyorlar. Anadolu’nun bir şehrinden gelip İstanbul’da büyük bir reklamcı olmayı hedefleyenler önce süresini asla kestiremedikleri belki aylarca sürecek staj sürecine başlıyorlar. Maaş almadan sanki kadrolu çalışanmış gibi işler verilen stajyerler, aldıkları brieflerin heyecanıyla fikir üretmeye başlıyorlar. En önemli amaçları fikirlerinin beğenilip yayınlanması. Bu o süreçteki en büyük mutluluklardan bir tanesi. Fikir yayınlanmaya kayda değer bulunursa ajans bu işte para kazanıyor ama maaşını ajans değil, memleketteki asgari ücretle veya biraz üzerinde maaşla çalışan ailesi ödüyor. Peki, bunca uğraş ne uğruna? Sevdiğimiz işi yapıp ileride kazanacağımız büyük başarıların uğruna.
Medyada, kültür, sanat ya da yaratıcılık gerektiren işlerde “kıt kanaat” geçinerek sevdiği işi yapmak için çabalayan güruhun diğer üyeleri. Ne hikmetse bu işin bel kemiğini oluşturan İstanbul’daki ulusal ve global ölçekteki reklam ajanslarının başkanları, direktörleri ve çalışanları ezici çoğunlukla sol veya sosyal demokrat kökenli. Yani insan emeğinin sömürüsüne karşı çıkan ideojojiye gönül vermiş insanlar. Kendisini “bilinçli bir vatandaş” olarak gören bu kesimin (ajans çalışanlarının) daha kendi haklarını koruyacak bir sendikalarının olmaması da başlı başına bir tartışma konusu. Kaldı ki böyle bir öneriye “solcu ajans başkanları” nasıl bakar onu da bilemiyorum. İş yükünün ağır olduğu, çalışma saatlerinin belli olmadığı (daha doğrusu işten çıkış saatinin pek belli olmadığı), gerektiğinde hafta sonlarının çalışıldığı, mesai ücretlerinin pek söz konusu olmadığı bu sektörün en popüler cümlelerinden bir tanesi “bu iş sevilmeden hatta aşık olmadan yapılacak bir iş değil” cümlesidir. Böyle diye diye başta İstanbul olmak üzere koca sektörü bir güzel sömürüyorlar. 35 yaşından sonra da herkes bu “gençlik aşkından” nasıl kaçacağını düşünmeye başlıyor zaten.
Bu bakış açısının bir başka olumsuz yönü de kişinin kendi başarısıyla ilgili. Sevdiği iş uğruna gece gündüz çalışan birisi eğer istediği başarıyı yakalayamadıysa sorunu kendinde aramaya başlıyor. Çünkü “Yeteri kadar iyi olsaydı şimdiye kadar kariyerinde çoktan yükselmiş ve daha iyi bir maddi gelire kavuşmuş olmam gerekiyordu” diye düşünüyor. O zaman yapması gereken şey çok basit: Daha çok çalışmak. Gerekirse mesai saatlerinin dışında da işiyle ilgili gelişmeleri takip etmeli, okumalarını artırmalı ve kendini en iyi şekilde geliştirmeli.
Ancak tüm bunları yaparken kaçırdığımız bir şey var. O da hayatın ta kendisi. Sevdiğiniz işi yaparken sevdiklerinizden ve sevdiğiniz şeylerden ödün vermeyin. Siz yine işinizi en iyi şekilde yapın ama bu hayatı ıskalama sebebiniz olmasın.