Batı’da Sufizm’in farklı bir vechi olarak İbrahim Gamard’ın ihtidâ hikâyesi
Birkaç yıl sonra, klasik Farsça çalıştıktan sonra Mesnevî çalışmalarından öğrendiğim pek çok Arapça kelimenin Kur’an’da yer aldığını gördüm. Ardından kendi kendime Kur’an-ı Kerîm’i Arapçasından okumayı öğrendim ve 2 defa çeviri yardımıyla baştan sona kadar okudum (bir defa da Farsça okudum). Ayrıca Mekke’ye giderek hac görevimi yaptım (1999).
Ne yazık ki halife ile birlikteliğimizde yolunda gitmeyen şeyler oldu; arkadaşım ve ben çıkmak zorunda kaldık. Ben çok fayda elde ettiğim günlük manevî pratiklerimi yapmaya devam ettim. Birkaç yıl sonra, ben bir Türk sûfî şeyhin öncülük ettiği Nakşibendî Tarîkati’nin başka bir koluna katıldım. İlerleyen yıllarda, ben sık sık San Francisco Bölgesi’ndeki farklı İslâmî Türk sûfî tarîkatlarına her hafta gittim (daha çok Nakşibendî-Kādirî-Rifâî ve Cerrâhî).
Daha önce üniversite yakınında Afgan bir uzman olan Dr. Ravan Ferhadî ile tanıştım (1985) ve Mevlânâ’nın Divân-ı Kebîr’inden yaklaşık iki bin ruba’iyyatı birlikte çevirmeye karar verdik. Ben bir psikolog olarak, o da bir üniversitede profesör ve ABD’de Afgan Büyükelçisi olarak çalıştığı için boş zamanlarımızda çalışarak 22 yıl devam etti. Onunla birlikte çalışmak mükemmel bir fırsattı benim için, çünkü Farsça onun anadiliydi, Mevlânâ tarafından kullanılan bütün deyimleri anlıyordu ve o akademik olarak klasik Farsça sûfî el yazmaları çalışmalarında eğitim görmüştü. Esasen o, bana Mevlânâ’nın şiirini nasıl çevireceğimi öğretti. [22 yıl boyunca süren] bu çevirimiz The Quatrains of Rumi (Rubâiyyat-ı Rumi) adıyla yayınlandı (2008). Bundan birkaç yıl önce, Mevlânâ’nın Hz. Muhammed hakkındaki görüşlerini içeren bir kitap yazmam istendi. Bu, Rumi and İslâm adıyla yayınlandı (2004). Bu kitap, Mevlânâ’nın, Peygamber (sav)’in yüce ahlâkını anlatan hikâyelerinin çevirilerinden oluşuyordu.
Nakşibendi arkadaşlarımla birlikte geçen yıllarda çok şey öğrendim. Fakat en derin seviyede, Rubâiyyat-ı Rumi adlı kitabının üzerinde sürekli yaptığım çalışmalar gösteriyordu ki ben aslında Mevlevî’yim. Ney çalmayı öğrenmek ve yerel olarak semâ dersi vermeye yardım etmek için, 1988’de the Americanized Mevlevis (Amerikanlaşmış Mevlevîler)e yeniden katıldım. Semâ dersi, benim desteklemek istediğim iki kişi olan ve her ikisi de İslâm’a dönmüş evli bir çift tarafından veriliyordu. Biz her sınıfta namaz kıldık ve isteyen öğrenciler de bu ibadete katıldı. Ben her ders için ney üfledim, Mevlânâ’nın şiirlerinden yaptığım çevirilerimden bazılarını okudum ve bazen sınıf öğretmenleri olmadığında sınıfa eğitim verdim. Eşim sınıfta olmaktan çok hoşnuttu. Ona bir sûfî ismi verilmesine rağmen (Arefe) o bir Müslüman olmamıştı (bizim kızımız da Müslüman olmadı, Marri Melike). O, İsa’ya olan özel sevgisini sürdürdü fakat aynı zamanda zikir ve Mevlevî semâsını seviyordu.
1999’da Hacc’dan döndükten birkaç ay sonra, 90’lı yaşlarının başında (yaşlı) bir Mevlevî şeyhinin ABD’ye ilk kez geleceğini öğrendim. O, Kaliforniya’ya benim evimden sadece 50 mil uzaklıkta olan (bizim grubumuzdan başka) bir Mevlevî grup tarafından davet edilmiş İstanbul’dan gelen bir Mesnevîhan idi. Adı Şefik Can’dı: Farsça biliyordu ve Farsçadan Türkçeye Mevlânâ’nın çalışmalarının çevirisini yapan ve Türkiye’de iyi tanınan biriydi. Onunla tanıştım ve mânen ona râm oldum. ABD’ye geldikten kısa bir süre sonra hastalandı, hastaneye gitmek zorunda kaldı. Bir ameliyat geçirdi ve bundan sonra beş yıl daha yaşadı. Her gün onu ziyarete gidiyordum. Ona Mesnevî’den beyitler okuyordum. Batı tarzı fülütümle ona Mevlevî müzikleri çalıyordum. Sonra, Mevlevî tarikatına katılmak için ondan el aldım [bey’at]. El aldıktan sonra eve döndüm ve [bu bey’at yoluyla] yüzyıllar boyunca var olagelen Mevlevî Mesnevîhânlarıyla bağlantı kurmaktan derin bir mutluluk hissettim.
(Devam edecek)