Diyanet İşleri Başkanı Sayın Ali Erbaş’ın 24 Temmuz’da Ayasofya’nın tekrar cami olarak açıldığı ilk Cuma hutbesine kılıçla çıkması ve “Bizim inancımızda vakıf malı, dokunulmazdır, dokunanı yakar; vakfedenin şartı vazgeçilmezdir, çiğneyen lanete uğrar” demesi, Mığırdıç suratlı laikçi azgın, nursuz azınlık tayfasının yüreğine oturdu ve ezberini bozdu. Fabrika ayarlarına dönerek sahte “laiklik dinlerini” koro halinde, eski bağnazlıklarıyla sahiplenmeye soyundular. Yine hortladılar. İslam’a karşı içlerinde gizledikleri kin ve nefreti dışarıya vuranlar, suç duyurusu için mahkemenin yolunu bile tuttular.
Ali Erbaş’ın bu sözünden niye gocunuyorsun arkadaş? “Vakıf malını iç edenler, lanete uğrar” demeyip de “Firdevs cennetine girer” mi demeliydi? Bu sözün ucu, sizin sahte ilahınıza dokunuyor diye gerçekleri gizlemeli miydi?
Bu konuda, akademisyen ve köşe yazarı laik güruh, kendi içinde çelişkilerle dolu ahkâm kesmekten geri durmadı. Bunlardan, Prof. unvanlı eski tüfek laik bir akademisyen şöyle buyurmuşlar: “Laik devlet düzeni, demokrasinin altyapısıdır. Şeriata dayanan bir cumhuriyet olmayacağına göre, laiklik aynı zamanda demokrasinin olduğu gibi cumhuriyetin de omurgasıdır. Tarihi bir gerçektir ki, laik devlet anlayışını benimsemeden demokrasiye geçmiş bir ülke yoktur.”
Laikliği demokrasinin olmazsa olmazı gören bu kafa yerli değil, ithaldir. Bir kere laiklik, her ilmî gelişmeye karşı çıkan, “Dünya dönüyor” dediği için Galile’yi idama mahkûm eden kilisenin tasallutunu ortadan kaldırmak için getirilmiş bir çözümdür. Bu bizim sorunumuz değildir, Hristiyanların meselesidir. Hristiyanlık için biçilmiş bu gömleği, cumhuriyetin tosuncukları, kendi değerlerinden uzak, Batı beslemeli, karanlık kafalı aydınların dayatması ve ayartması ile bize giydirmişlerdir. İslam, “dini devletten, devleti dinden ayıran” laikliği asla kabullenemez. Bu, başı gövdeden ayırmak demektir. Onun için Müslüman laik olamaz, laik devlette yaşamak zorunda kalabilir. Laiklik, bir devlet sistemidir. Laiklerin kendi inançlarını yaşayacakları bir devletlerinin olması ne kadar doğalsa Müslümanların da inançlarını hayata taşıyacakları bir devletinin ve devlet taleplerinin olması o kadar doğaldır. Nitekim tarih bunun şahididir. Rasûlullah (sav), hicretin akabinde, nüfus sayımı yaptırıp sınırları belirledikten sonra Medine’de yaşayan Yahudileri de çağırıp tarihte ilk yazılı anayasa olarak kabul edilen “Medine sözleşmesi” ile ilk devletini kurmuş ve Kur’an’ın ilkeleri doğrultusunda yönetmiştir. 1923 yılına kadar İslam referanslı bu devlet geleneği devam etmiştir. Laikler bunu neden anlamak istemiyor?
Siz, hiç kıvırmadan Müslüman olmadığınızı açık yüreklilikle söyleyebilirsiniz. Bu sizin en doğal hakkınızdır. Bizim kitabımız, “De ki: Gerçek, rabbinizden gelendir. Artık dileyen iman etsin dileyen inkâr etsin” (50Kaf:29); “Şüphesiz biz o insana doğru yolu gösterdik. İster şükreden mümin olsun, isterse kâfir” (76İnsan:3) buyurmak suretiyle size bu hakkı veriyor. Ama siz de edebinizi takının ve Müslümanları, kendi tanımlarınıza mahkûm etmeyin. Biz Müslümanlar sizin tanımlarınıza uymaya mecbur değiliz, uyarsak dinimizden oluruz. Artık Müslümanlar başkalarının tanımlarına mahkûm olma zilletinden kurtularak, kaynağını vahiyden alan kendi tanımlarını oluşturup ona tâbi olmak zorundadır. Çünkü tanımlamayanlar, tanımlanırlar.
Yıllarca “Din ayrı devlet ayrı, din işi bir vicdan işidir, dini sembollerle kamusal alanda yer alınmaz” tanımını yaparak bizi bu yalanla kandırdınız. Ayrıca “Laiklik din karşıtlığı değildir. Tersine laik devlette din baskısı yoktur ve bu nedenle din daha bağımsız ve özgürdür” yalanını da buna ilave etmekten utanmadınız.
Efendiler! Dürüst olun. Hayat tarzını dini değerlerden soyutlamış olan parlamentolar, din dışı referanslardan kaynaklanan kanunlar yaparlar. Referansı Kur’an ve Sünnet olmayan bir devlet aygıtının egemen olduğu toprak parçasında da Müslümanlar ancak, bu laik devletin müsaade ettiği kadarıyla dinlerini yaşarlar. Zina, hırsızlık, yol keserek terör suçu işleme, zina iftirası, miras taksimi, kadının tesettürü gibi konularda Kur’an, bağlayıcı ve uygulanmasını emreden kurallar getirmiştir. Müslümanlar, inandıkları kitaplarının uygulanmasını istemeye kalktığında “Hayır, laik devlette bu mümkün değildir. Din işi ayrı, devlet işi ayrıdır” uydurma tanımını dayatıyor, polisi ve jandarmayı Müslümanların karşısına dikiyorsunuz. 28 Şubat döneminde, Kur’an’ın örtünme emrini uygulayarak üniversite eğitimi almak isteyen kız öğrencilere, üniversite önlerinde yaptırdığınız polis işkencelerini ve okuldan uzaklaştırma iğrençliklerini bir hatırlayın.
Ey dini devletten ve kamudan soyutlayıp cami, mezarlık ve vicdanlara hapseden laikler! Seksen yıllık geçmişinizle, gasp ettiğiniz Anadolu arazisinde inşa ettiğiniz kaçak gecekondunuzla kendinizi mülkün asıl sahibi mi zannediyorsunuz? Bu Anadolu topraklarının tapusu bin yıldır Müslümanlara aittir. Bir gün bu gecekondunuz yıkılacak ve bu arazide İslam yeniden bütün görkemiyle hayata hâkim olacaktır inşallah. Allah’ın nurunu ağızlarınızla söndüremezsiniz.
Şunu bilin ki laiklik Hristiyan dünyasına özgürlük getirmiş, onları kilisenin baskısından kurtarmıştır. Ama İslam’la telifi mümkün olmayan bu illeti, güzellemeler yaparak bize dayatmayın. Yüce Allah; “Sonra (Ey Muhammed) seni din hususunda apaçık bir ŞERİAT sahibi kıldık. Sen ona uy, bilmeyenlerin hevâ ve heveslerine uyma” (45Casiye:18) buyurmak suretiyle Müslümanların Rasûlullah’a gelen ŞERİATA uyma emri varken nasıl olur da Kur’an’ı yürürlükten kaldırmış bir sistemle ilgili; “Laik devlette din baskısı yoktur ve bu nedenle din daha bağımsız ve özgürdür” yalanını gözümüzün içine baka baka söylüyorsunuz? Bizim aklımızla alay mı ediyorsunuz? Kendinizi âlemin en akıllısı, bizleri de akıl fukarası mı zannediyorsunuz? Yok, artık yalan mızrağınız çuvala sığmıyor.
Demokrasiye gelince, Sosyal Bilimler Ansiklopedisine bakarsanız ik yüz tane tanımı olan bir kavramdır. Bu tanımların ortak noktası “Halkın egemenliği ve yönetime katılması, yöneticisini seçmede söz sahibi” olmasıdır. Öyleyse demokrasi bir din değil, saltanat, oligarşi, monarşi gibi yönetim biçimlerinden biridir. Devlet de, milletin kurumsallaşmış şeklidir. Millet de Müslümansa, kendini yönetecekleri demokratik yollardan seçer ve kendinin kurumsallaşmış şekli olan devletinin de, inandığı İslamî kuralları tatbik etmesini ister. Bundan daha doğal ne olabilir. Batının anladığı demokrasi tanımına mahkûm muyuz? Bünyemize uygun bir demokrasi tanımını almamıza engel ne ola ki? Taklide alışanlar, özgün tanımlar üretemezler, başkalarının tanımına yapışma zilletini, izzet zannederler.
Bizim sorunumuz, tanımlarımızı kendimizin üretemeyişi ve İslam düşmanlarının tanımlarına mecbur bırakılmamızdır. Bu bir aşağılık kompleksidir.
Yazımızı Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın’ın, konumuza ışık tutan şu güzel sözleriyle bitirelim: “Bize yüz elli yıldır modernleşme adı altında başkalarının hikâyeleri anlatıldı. Artık kendi hikâyemizi yazma zamanıdır.”
Bilmem anlatabildik mi?