Kusur aramak doğal bir eğilim mi yoksa bakış açısı mı?

Hazel Pekacar
Belki bu konu üzerinde dahi saatlerce konuşulabilir.  Tüm davranış kuramları, felsefeciler ya da toplum bilimciler tartışabilir. Tartışmaya da değerdir. İnsan yapısı itibariyle çelişkilidir. Kendiyle çelişir, çatışır.  Gönlü başka ister, dili başka,  aklı başka başka. 
 
İnsan kendine bile söz geçiremezken, yönelemezken - ki en zoru budur aslında özür dilemem gerek – kolay olan tatlı ve zevkli gelir ve ona yönelir: yani ötekine.  Oturup eleştirmek gibi bir huyumuz var kahrolsun. Tenkit etmekle taşlama içgüdüsüyle hareket etmek sonucuna da yansıyor insanın hayatında. Hep söylemişimdir, hayatı boyunca taktir edilmeyenler taktir etmeyi bilmezler. Çünkü insan bilmediği bir kavram ya da duygu üzerinde düşünemez. İnsanın bilişsel olarak önce bir kavramı imgelemesi gerek. Daha sonra o kavramın çağrıştırdığı duyguyu hatırlayabilmesi yani hissetmesi gerek. Hal böyle olunca insan tanışık olmadığı bir tanıma yaşamında yer veremez. Yadırgamamak gerek. Ama bu anlayış karşı tarafa sahayı bırakacak bir anlayış olmamalı. İnsanları kıran, memnuniyetsiz ve enerji sömürücü bir anlayış hem kişinin kendine zarar hem muhatap olduğu çevresine.  Ki bana sorarsanız ben en çok o kişinin yakın çevresine üzülürüm. Hatta keşke  bu insanlar sadece kendine zarar verse, hiç  olmazsa duymaz, görmez isek başkalarına  da zararı  olmaz  derdik.
 
Fakat o kadar naif bir konu değil maalesef.
 
İnsan çelişkili bir varlık dedik. Hem iyilikten güzellikten dem vurur hem kendi en fena kötülükleri yaparken bulur kendini. Hem sevgiden bahseder hem ötekileştirme biçer insanlara. Hem barıştan, birlikten bahseder hem de bozgunculuk yapar. Bir de bunları yaparken savunma mekanizmaları  (en sağlam kılıflar dediğimiz kılıfları) sunar. Kendini öyle güzel kandırır ki insan haklı olduğuna dair kendini tatmin etmeye çalışır.  Başarır da. Fakat sonra o beden o ruha dar gelir. Bir türlü huzuru bulamaması bu yüzdendir. Ama kaç insan yüzleşme cesaretine sahiptir ki nefsinin, hırsının ya da içgüdülerinin istekleriyle hareket ettiğine. Sadece cesaret değil, kendi yüzünüz de gereklidir ruhunuzla konuşmaya.  Ağır gelir. Yapabilenler zaten belli bir olgunluğa erebilmiş insanlardır. Heyhat! İnsanın kendisiyle tanışmasından daha büyük erdem ne olabilir?
 
Peki, bu çelişki neye sebep olur?
 
Kendi dışındaki tüm dışsal gerçekliği taşlamaya, tenkit  etmeye, beğenmemeye, kıskanmaya, başkasının  başarısını  istememeye, kötülükten  beslenmeye, hesap kitaplar kurmaya, bozmaya, kirletmeye... kalpten, bedenden, ruhtan, zihinden, hayattan eksilten ne varsa yapmaya adar kendini.
Bunlardan kendini arındırmış hiç  olmazsa arındırabilmiş kişi  ise bir şeyler  yapmaya  çalışıyor. Kendini bir amaca adıyor. Zihnine ve insan olabilmenin ihtiyacı olan ne varsa ona... Biz zaten dünyaya, insan olabilmenin tüm  varoluşsal haliyle geliyoruz.  İnsanı, insan yapan ne varsa onla donatılmış olarak. Bir duraktan geçer  gibi eve varana kadar kirleniyoruz bu dünyada. Kirini pasını fark eden dönüyor özüne. Yardıma, sevgiye, merhamete, empatiye, birliğe, saygı duymaya, taktir  etmeye, yanında olmaya çeviriyor yönünü. Çünkü  yalnızca bunların özüne  ait olduğunu fark ediyor. Çünkü yaptığında iyi hissediyor.
 
Eğer insan, hayatı boyunca bir kez samimiyetle birinin hayatına  ya da ruhuna dokunmuşsa, dokunan herkesi anlıyor. Yadırgamıyor. Neden bunları  konuştuk? Bu konu benim aklıma son zamanlarda kapanması  ve müslüman ülkelerdeki çocuklara  yaptığı yardımlarla gündeme  gelen Gamze Özçelik’i hatırlattı. Gamze Özçelik'in yaptığı  tüm  yardımlar  eleştirildi. Türkiye  dururken başka ülkelere gitmesi hazmedilemedi. Dikkat edelim : odak noktaları  yapılan yardımlar, dokunuşlar, sevgi değildi. Kişi, yer ve zamandı.  Oysa Onun zaten bu ülkede de yaptığı  yardımları bilmeden. Velev ki  yapmadı. Velev ki sadece oralara koşuyor. Konuşulması ve görülmesi  gereken bu muydu? Kimlerin yan komşusundan dahi haberi yokken Afrika'ya su kuyuları açtıracak düşüncesi  ve sevgisi vardı? Yıllardır ekranda yüzleri  görülmeyen unutulmuş kişiler, bu olaydan sonra konuşma ihtiyacı  duydu? Neden bu toplumda sadece iyi olan şeyleri bozmaya yönelik bir heves var? Bu bir bakış açısı mi yoksa doğal bir eğilim mi? Diye sormuştum. Benim cevabım, bakış  açısıdır. Zihniyettir. Algıdır. Herkes aynı  değilse, herkesin ruhu aynı  aynaya bakmıyorsa, bakış  açılarının kirliliği  ya da temizliği kişiden kişiye bu kadar değişiyorsa insanın kişilik yapısından öte bir şey değildir  bu. Bir başarıyı desteklemek ve taktir etmek sağlam bir irade ve erdem gerektirir.
 
O kadar rahatsızım ki sadece olumsuz eleştiri  yapıp hiç  bir şeyi beğenmeyenlerden. O kadar ruhum sıkılıyor ki laf kalabalıklarından, sadece kendini işini, mesleğini, düşüncesini doğru görüp başkalarını taşlayan kompleksli insanlardan. En önemlisi  de hakkında bilgi sahibi olmadığı konularda atıp tutanlardan. İnsan bilmediğinin cahilidir. Neden bilenleri dinleyemiyoruz? Neden bilginin olduğu  yer hep ağır bir kuyumcu dükkanı gibi sessiz ? Neden bilmeyenler hep bağırıyor?
 
Yine atı alıp Üsküdar’a vardım anlaşılan.  Ne varsa kitaplarda var. İdrakta var. Hayret'te var. Merakta var. Onlarla kalmak, onlarda kalmak dileğiyle...