Yazdan kalma bir gündü. Eşine; “Bugün hava çok güzel, istersen dışarı çıkıp biraz hava alalım.” Dedi. Eşi, “Tamam” deyince, ellerine birer hırka alarak evlerinin çıkış kapısına doğru yöneldiler. Dışarıya adımlarını atar atmaz birbirlerinin yüzüne bakıp; “Hava da mis gibiymiş” Diye mırıldandılar. Fırsat buldukça, oturdukları sokağın biraz ilerisinde bulunan mesire alanına giderlerdi. Burada gökyüzüyle sarmaş dolaş olmuş çınar ağaçları, farklı renk ve ebattaki çam ağaçları, güzellikleriyle hayranlık uyandıran; badem, defne, ateş dikeni ile çok sayıda bitki ve çalı türü mevcuttu. Adeta cenneti andıran bu yer, Ekrem bey ile eşi Feride hanımın yürüyüş yaptığı, dostlarıyla buluşup sohbet ettiği, dinlendiği ve kısacası hoşça vakit geçirdikleri bir yerdi.
Rüzgârlar artık daha hırçın esmeye başlamıştı. Ağaç dallarını mesken tutan yaprakların bu mevsimde başı hep rüzgârla dertte olurdu. Rüzgârlar ne ağaçlara, ne çalılara ne de diğer varlıklara acımaz, esintisine ara vermeden esmeye devam ederdi. Ağaçları mesken tutan yapraklar, rüzgâr estikçe birer ikişer toprağın cömert bağrına düşerek dallarına veda ederlerdi. Toprağın üzerine gelişi güzel saçılan yaprakların o güzelim renkleri yerini sarıya, turuncuya ve kırmızıya bırakırdı. Renk cümbüşüne dönen yaprak öbekleri, çim ve ot zerreleriyle beraber muhteşem bir görselliği gözler önüne sererdi.
Ekrem Bey ve Feride Hanım biri kız diğeri erkek olmak üzere iki çocuğa sahipti. Kızları üniversite hazırlık kursuna devam ediyor, henüz ergenlik çağında olan oğulları ise lisede eğitim görüyordu. Çocukları ne yaptığını bilir, derslerini aksatmazdı. Bu durum aile saadetini daha da artırıyor, onların mutluluklarına mutluluk katıyordu. Ekrem Bey her gün işten eve döndüğünde eşi ve çocuklarıyla sohbet eder, hemen sonrasında da eşine; “Haydi şöyle bir çıkalım!” Diyerek onu dışarı davet ederdi. Özellikle hafta sonlarında illaki o mesire alanına gidilecek, orada bir tur atılıp, dost ve ahbap kim varsa bir merhaba denilip sonrada eve dönülecekti. Bu rutin, yıllardan beri böyle devam etmekteydi.
Yine bir sonbahar günü Ekrem Bey ve Eşi mesire alanını dolaşmaya çıktılar. Epeyce yürüdükten sonra, orada bulunan banka oturarak dinlenmeye başladılar. Birkaç dakika sonra yaşlı bir adam selam vererek yanlarına oturdu. Bu adamı burada ilk kez görüyorlardı. Üzerinde koyu gri bir pardösü, elinde şemsiyesi vardı. Sakalları iyice uzamış, yüzündeki çizgiler bir hayli derinleşmişti. Bir müddet sessizlik oldu. Yaşlı adam Ekrem Bey’e eşi Feride Hanımı kast ederek; “Hanım eşiniz mi?” Diye sordu. Ekrem Bey; “Evet, eşim” Diye cevap verdi. Yaşlı adam Ekrem Bey’e dönüp ağlamaklı bir ses tonuyla; “Aman bir birinizin kıymetini bilin.” Dedi. Ekrem Bey ve eşi onun hüzünlü bir hikâyesinin olduğunu anlamışlardı. Ekrem Bey yaşlı adama; “Hayır olsun amca” Der, demez yaşlı adamın dudaklarından o hüzünlü hikâye dökülmeye başladı. Yaşlı adamın eşi vefat etmişti. Eşinin vefatından sonra çocuklarından beklediği ilgiyi görememişti. Birkaç dakika sessizlikten sonra, bankın önünde duran kuru yaprağı şemsiyesinin ucuyla gösterip; “İşte şu kuru yaprak gibiyim rüzgârın önünde.” Diye ilave etti. Ekrem Bey ile eşi sanki kendi akıbetlerini görürmüş gibi bir birlerine baktılar. Yüzlerini yana çevirdiklerinde yaşlı adamın oradan ayrıldığını anladılar. İçleri bir tuhaf olmuştu. Ekrem Bey eşine dönüp; “Allah bizi beraber alsın. Ne seni benim ardıma, ne beni senin ardına bırakmasın.” Diye dua etti.
Mevsim sonbahardı ve bu mevsimde ne yazık ki bazıları kuru bir yaprak misali rüzgârın önünde sağa sola savrulup gözden kayboluyordu.
Sizin mevsiminiz hep bahar olsun inşallah.