Yorgun bir sonbahar akşamıydı, sana gelmiştim.
Uzun yıllardır inziva içinde yaşıyor gibiydim; bu inzivanın içinde yanıp tutuşmuş, çiçeklenip solmuş, fırtınalarla boğuşmuştum. Hatta bazen ne zaman uyuduğumun, ne zaman uyandığımın farkında olmadığım günler yaşamıştım. Bu günlerde olumsuzluğa fazlaca meyilliydim. Sessiz, yorgun, isteksiz ve umutsuzluğuma rağmen, çalınan ve açılan her kapının sen olabileceği umuduyla, açılan her kapıyla gönlümdeki sessizlik bozuluyordu. Her defasında kendi kendime soruyordum: Kapının aralığından göreceğin insan, seni ateşlere atıp hayatını altüst edebileceği gibi zincire vurulmuş duygularını da azat edebilir. Sen olabileceğin düşüncesiyle, yolun öte tarafından görünen gölgelerle birlikte ümide benzeyen bir korkuyla ürperiyor, nefes nefese kalıyordum. Hayal ettikçe kapım çalınmaz oluyordu. Güzel şeyler hayallerimizin peşinden gelmiyordu. Oysa sen en zengin düşlerimden daha güzel ve merhametliydin.
Gönlüm daralıyordu. Uzaktın, yoktun. Canım sıkıldıkça ısrarla köyümün, ısrarla çocukluğumun yollarını düşlüyordum. Maçka deresinden giderek artan bir yükseklikle, fındık bahçelerinin arasından, dere boyu, dedemin evine giden patika yolda yürüyordum. Ya da kendimi, Güney dediğimiz tepede kuruyan otların arasında sırt üstü uzanmış düşlüyor, ferahlıyordum.
Sonra aniden çıkar gelirdin. Kavuşmanın mutluluğundan dolayı fazla konuşamazdık. Sessizliğin ne kadar da hoşuma giderdi. Sessizliğin canlı idi. Sessizliğinde, edanın değişmesini, hareketlerini, noktası ve virgülü ile hakiki cümlelerini tahmin etmek zor değildi. Bazen bir haykırış, bazen birbirimize sığınmanın, yana yana olmanın dilsizliği, bu hafif sessizliğin içinde daha derin ve başka bir sessizliği hissettirirdi. Konuşmaya başladığın zaman, yalnız kendine ait, hâlbuki yalnız bana ait olduğunu bildiğim lisanla, önceden telkin ettiğin şeyleri herkesin lisanı ile söylerdin.
Benden nasihat istiyormuş gibi davranarak, bana nasihat verir, arkamda durarak bana yol gösterirdin. Bütün bunları, başka kadınlarda fazilet kisvesine bürünen kurnazlığı gördüğüm zaman anlamıştım.
Bazen, boğulmak üzere olan bir insanın, birkaç kulaç ötesindeki kurtuluşa baktığı gibi sana bakar, sonra silkinir, ancak duyabileceğin bir sesle: “Kurtuluş, kendi kalbimizde!” derdim. Bilirdin ve sevgiyle gülümserdin. Birbirimize rakip değil, dost ve sırdaştık. Sevdikçe şükrediyor, şükrettikçe dünyanın aldatan oyunlarına karşı duruyorduk. Yanılmak affedilebilirdi, tereddüt asla! Seni severken asla tereddüt göstermedim Dağlım.
Sana Can Baba’nın hikâyesini anlatmak istiyorum Dağlım: Hacı Bektaşi Veli’nin erenlerinden Kara Donlu Can Baba’nın bir öyküsü ile mektubu bitireyim Dağlım: Bir keşişi Müslüman olmaya çağırır Can Baba, keşiş de, Moğol hanının önünde; “Bir yazıya odun yığsınlar, ulu od yandırsınar. İçine girsin, yanmayacak olursa dinine girelim, sözünü tutalım” der. Moğol hanı Kara Donlu Can Baba’ya; “Bu söze ne dersin?” diye sorar. Can Baba; Ne ola olsun, ancak keşiş de gelsin beni ile birlikte girsin.” Der. Dervişin yanında keşiş de utanıp din gücünü göstermeye ateşe girer. Girerken de, bir eliyle Kara Donlu Can Baba’nın eline yapışır. Üç gün üç gece od içinde kalırlar. Dördüncü gün, Tatar hanı ile beyler ateşin yanına gelirle. Görürler ki, Kara Donlu Can Baba, bir başına ateşin içinden çıkagelir. Avucunda keşişin parmakları. Tatar hanı; “Keşiş n’oldu, belirmedi?” der. Kara Donlu Can Baba; “Bize parmaklarını verdi. Eğer gönlünü verse, nesne olmazdı” der.
Birbirimize elimizi değil gönlümüzü verelim Dağlım. Daha öncede söylemiştim; ateşin sahibi bizim de sahibimizdir. Dünya ateşinden birbirimizin elini bırakmadan çıkalım, yanacak isek de beraber yanalım!
Kalbimin dağlardan topladığı kokularla, hatıralarla, özlemlerle…
Yarım kalmış ve yaralanmış hasretlerle...
Sesini, sesine saklayan kalbimle…
Sessizce seni çağırıyorum; Dağlım, iki gözüm, sevdiğim…
Allah esirgeyen ve bağışlayandır!