Kur’an, yirmi üç seneye yakın bir zaman diliminde inişi tamamlanan ve kıyamete kadar gelecek olan bütün insanların dinî, hukûkî ve ahlâkî ihtiyaçlarına cevap verecek ilâhî bir kitaptır.
İlim ve teknikte derecesi ne olursa olsun her devrin insanı, Kur’an’ı okuduğu veya dinlediği zaman kendi güç ve kabiliyeti ölçüsünde, onu kendine hitap ediyor bulur ve tatmin olur. Âlim ve cahile aynı anda tek bir hitapla nasibini vermek veya ruhen muhtaç olduğu ilacı sunmak, ilâhî kelam olan Kur’an’a has bir keyfiyettir.
Kur’an’ı terkedilmiş bir kitap halinde bırakmamak için onu indiriliş maksadına uygun olarak okumak, anlamak ve uygulamak zorundayız. Asr-ı saadette Kur’an hem lafzını ezberlemek, hem manasını kavramak, hem de düşünüp bilgi elde etmek ve yaşamak amacıyla okunurdu. Ne var ki Kur’an, sonraki devirlerde, özellikle de Emeviler döneminin başlarından günümüze kadar gereği gibi anlaşılıp uygulanmamış, sadece lafzıyla okunur ve ezberlenir olmuştur. Günümüzde de Müslümanlar genellikle Kur’an’ı anlamamakta, sadece güzel sesli hafızlardan dinlemekle yetinmektedirler. Böyle olunca da Kur’an günlük hayatımızdan uzaklaşmakta, onun iç dinamiğine aykırı görüşler farkında olmaksızın benimsenmekte, hayatımıza yerleşmekte ve böylece Kur’an mehcur/terkedilmiş bırakılmaktadır.
Mahşer günü “ümmetim, ümmetim” diyecek olan rahmet peygamberi, Kur’an’ı terk edenleri rabbine şöyle şikâyet edecektir: “Peygamber de ‘Ey Rabbim, kavmim bu Kur’an’ı terkedilmiş bıraktı’ der.” (25/Furkan:30)
Kur’an’ı terk çeşitleri şunlardır:
1- Dinlemeyi ve ona iman etmeyi terk etmek.
2- Okuyup iman etse de, amel etmeyi terk etmek.
3- Onu hakem kılmayı ve hükmüne başvurmayı terk etmek.
4-Onu düşünmeyi ve manasını anlamayı terk etmek.
5- Bütün manevî kalp hastalıklarında onunla tedavi olmayı terk etmek. (Sabunî, Safvetü’t Tefâsîr, 4/280).
Hz. Ömer: "Sizi, Kur'an'ı sadece lafzıyla okuyan kimse yanıltmasın. Kur'an'ı lafzıyla okumak, ancak dilimizden çıkan bir sözdür. Fakat onunla kim amel ediyor, onun doğruluk ve değer ölçülerine göre kim yaşıyor, siz esas ona bakın“ diyor.
Aynı konuda Hz. Ömer'in oğlu Abdullah (r.a) da şunları söylemiştir: "Biz Rasûlullah zamanında Kur'an'ı hafızamıza nakşederek ve hayatımıza taşıyarak okurduk. Bu gün kalplerine iman tam olarak yerleşmeden önce, ellerine Kur'an verilmiş insanlar görüyorum. Onu başından sonuna kadar okuyorlar ama onda ne emrediliyor ne yasaklanıyor hiç haberleri bile yok."
Semerkant asıllı büyük âlim Fudayl b. Iyaz da bu konuda şu tarihi tespiti yapıyor: "Kur'an, insan hayatında uygulansın diye nazil oldu. Ne var ki insanların çoğu onu uygulamak yerine Kur'an'ın kıraatini amel haline getirip bununla yetindiler."
Kuran'ı tam ve doğru bir biçimde anlayabilmek için aceleci yaklaşımlardan, ayetleri ait oldukları anlam örgüsünden çıkarıp yanlış sonuçlara varmaktan sakınmak gerekir. Yan onu, “Kur’an bize yeter” diyenler gibi çarpıtarak anlamamamız lazımdır.
Bütün bu yanlış algılama sonucu Kur’an, hayattan koparılarak mezarlık ve mevlit kitabı haline getirilmiştir. Ya da sadece Ramazanlarda okunan “mukabele” kitabı… Hâlbuki o, dirileri ihya ve inşa için inmiştir: “Biz peygambere şiir öğretmedik. Zaten ona yaraşmazdı da. O kitap, ancak Allah'tan gelmiş bir öğüt ve apaçık bir Kur’an’dır. Diri olanları uyarabilsin ve kâfirlere ceza hak olsun diye.” (36/Yasin:69-70).
Genelde insanımız, Kuran'ı anlamaksızın yalnız yüzünden okumayı yeterli görmüştür. Kur’an'a sadece bir mezarlık veya tören kitabı gözüyle bakanlar, hafızın sesine kapılıp bazen kendilerinden geçebilirler. Fakat bugün insanları kendinden geçiren değil, onları kendilerine getiren ve Allah'a yönelten okumalara ihtiyaç vardır. Çünkü biz sadece Kuran'ın lafzını okumakla yükümlü olmayıp, ayrıca onun manasını anlamakla da mükellefiz. Zaten manasını anlayıp inandığımız zaman ancak Kuran'ın hükmüyle amel edebiliriz.
Öyleyse herkes kendi sınırını bilerek Kur’an’ı okumalı, kapasitesince manasını anlamalı ve öğrendiklerini hayatına yansıtmalıdır. Kendini aşan konularda da bir bilene/uzmanına sormalıdır. Çünkü o bizim kulluk kitabımızdır.
Hayat kitabımız Kur’an, sadece elitlere ve hocalara inmemiştir. Bizde Katolik anlayışı yoktur. Katolik din adamları halka "Siz kutsal kitabı anlayamazsınız. Onun için İncil’i okumayın. Onu ancak rahipler anlar. Siz rahiplerin sesine kulak verin" dedikleri gibi, Müslüman halka "Siz Kur'an'ı anlayamazsınız. Sadece ilmihal kitaplarını okuyun." deme hakkımız yoktur. Bu anlayış; “Papaz gibi bir imam, İncil gibi bir Kur’an ve Hıristiyanlık gibi bir İslam” üretmeye kalkışanların, tekelci ve beyhude gayretleridir.
Kur’an’ı anlamak ve istikametimizi düzeltmek için önce bir sayfa Arapça orijinalini okumalı, sonra da mealini okuyarak rabbimizi anlamaya çalışmalıyız. Kocakarı imanındaki taklitten sıyrılıp, okuduğu kitabı anlayarak, onun farkına vararak yaşamalıyız. Hocalar olarak, "Kur'an'ı sadece biz anlarız" tekelciliğinden kurtulup, halka; "Mealini de okuyun, birçoğunu anlayacaksınız. Anlamadığınız, kafanızın karıştığı yerlerde tefsirlere bakın, bu imkânınız yoksa “İlim ehli âlimlere sorun” (21/Enbiya:7) ayeti gereği, bilenlere başvurun. Okuduğunuz mealden net olarak anladıklarınızı hayatınıza yansıtın, fetva vermeye kalkmayın” uyarısında bulunalım.
Kuran, evrensel boyutta anlaşılabilir bir niteliğe sahiptir. Fakat anlama ve yorumlama faaliyetinde, nüzul sebeplerinin ve o dönemin kültürel dokusunun iyi bilinmesi de şarttır. Çünkü Kuran'ı, tarihi bağlamından kopararak salt metin olarak anlama imkânı yoktur.
Kur’an, hayat kitabıdır. Günümüzde bazı kimseler, Batı’nın elde ettiği üstünlüğü, laikliğin faziletine bağlıyorlar ve dinin etkinliğinin mabet yahut mezar işleriyle sınırlı tutulmasını istiyorlar. Oysa bugün İslam'a ve Kur’an'a, camiden ve mezarlıktan ziyade hayatımızda daha çok ihtiyaç vardır.
Sonuç; Kur’an, insanlara sadece nasıl inanacaklarını değil, aynı zamanda nasıl yaşayacaklarını da öğretir. Bunun için Müslümanlar, işleri ne kadar yoğun ve şartlar ne kadar ağır olursa olsun Kur’an’ın anlaşılmasından ve Kur’an eğitiminden uzak kalamazlar, Kur’an'ı da hayatlarının dışına itemezler. Çünkü Kur’an, hayat kitabımızdır.